Havuz Basi- Sait Faik

Yasini almis bir adamın yirmi yasindaki cocuk kederlerini, sevinclerini yasamasi ne demektir, diye dusunuorum: Belki bir, gec olma hadisesi. Belki de bir cesit hazlari, kederleri, cocukluklari uzatma temayulu. Ama bu uzayan yaz, kisin gelmeyecegine alamet degil. Kis muthis olacak, kar yollari kapayacak, bembeyaz ovada oluluk uzayip gidecek…

the tin drum

Trt2'nin sinema kusagindan cikmis benim evime gelmis bir film gibiydi "teneke trampet". Film Günther Grass'in ayni adli kitabindan 1979 yilinda perdeye aktarilmis. Yayinlandigi yil yabanci dalda oscari almis. Bunun yani sira Cannes ve Cesar'dan da eli bos donmemis. (Atilla Dorsay gibi konusmaya basladim.)

2. dunya savasinin Almanya'sinda gecmekte film. Boyle oldugunu okuyunca yine bir yahudi-nazi filmi mi acaba diye dusundum. Ama savasla cok fazla ilgisi yok filmin. dolayli yollardan savasa deginiyor. O yillarda dogan bir cocugun yasaminin ilk 20 yilini gosteriyor film. Cocuk enteresan biri. Filme cok yakismis. Iste fotosu:


3 yasinda annesi tarafindan hediye edilen teneke trampeti 20 yasina kadar boynundan cikarmiyor. 3 yasindaki dogum gununde kendi kendine buyumeme karari aliyor, buyuklerin cirkin dunyasinda yer almamak icin ve buyumuyor daha sonra. Yani filmin kahramani cuce ve ismi Oskar. Oskar her zaman yaninda trampetini tasiyor ve yerli yersiz her an trampetini calmaya basliyor. Biraz kendini ifade etme yolu. Bazen kizgin oldugunda, bazen mutlu oldugunda, bazen de oylesine calmakta. Susturmaya calisanlar olursa bu sefer bagirmaya basliyor. Cok tiz ve guclu bir sesi var Oskar'in. Bu ses cevresindeki tum camlari kirmaya yetiyor. Bu yetenegini kesfettikten sonra Oskar'i durdurmak mumkun olmuyor. Once tramptetini calmaya basliyor sonra bir de ciglik atip camlari kiriyor.

Oskar'in ilginc bir aile hayati var. Annesi guzel, babasi biraz yasli. Babasi taze yilan baligi satan bir dukkan isletiyor. Bir sahnede bu yilan baliklarin avlanilmasi gozlenmekte. Gorsel ogleri guclu bir sahne. Sanirim filmin en hatirlanasi sahnelerinden. Izlemek icin guclu bir mide gerekmekte.





Annesi kocasini yillardir kuzeniyle aldatmakta. Yukaridaki videoda kuzen kadinin yaninda, koca balikcinin yaninda. Koca da buna goz yummakta. Hatta Oskar'in biyolojik babasi muhtemelen bu annesinin kuzeni. Kadin yasak ask yasiyor ve zamanla kendini cok suclu hissediyor. Yukaridaki sahneden sonra bir daha yilan baligi yemem diyen kadin kendini cezalandirmak icin baligi yemege basliyor. Ozellike kuzeniyle olan her iliskisinden sonra balik yiyor. Bir sure sonra cig balik yemeye basliyor, devamli, hic durmadan balik yiyor ve kendini olduruyor. Oskar'a gore cok balik yedigi icin oluyor. Annesi oldugunde Oskar 14 yasinda. Ama Oskar hala 3 yasindaki gibi.

Oskar'in hayatini gittikleri bir sirk etkiliyor. Sirkte cuceler gosteri yapmkata. Bu cucelerden biri 53 yasinda ve cam bardaklarla bir gosteri yapıyor. Oskar sovdan cok etkileniyor ve bu cam bardak gosterisini yapan cuce ile tanisiyor. Sonra savas zamani da bu gruba katilip Alman askerleri eglendirmeye basliyor. Oskar'in sovdaki gorevi trampet calip cam bardak kirmak. Ilk sirkteki cam bardaklardan cikan muzik cok hosuma gitti.


Oskar'in annesinin olumunden sonra onlara yardim etmek icin 16 yasinda bir kiz geliyor. Bu kiz'la Oskar o zamanlar ayni yasta. Ama Oskar 3 yasinda gibi gozukmekte hala. Bu kiz Oskar'in ilk aski. Birlikte plaja gidip ayni kabinde ustlerini degistiriyorlar. Bu sahne de unlu bir sahne. Cunku filmi "cocuk pornosu" kategorisine sokmakta. Oskar'i oynayan kisi aslinda cocuk oldugu icin bu filmi izlemek bile Oklohama'da sucmus.Bu da ek bilgi olsun.

Filmde Oskar'a dokunan ölüyor. Lanetli biri gibi. Bu yuzden Oskar kendini suclu hissediyor bazen. Ilk olarak annesi, sonra annesinin kuzeni, sonra sirkte asik oldugu kiz arkadasi, ve son olarak da babasi. Babasi öldüğünde Oskar 20 yasinda. Babasini gomerlerken Oskar teneke trampetini babasinin mezarina atiyor, boylece buyumeye karar veriyor, bir donem bitiyor onun icin.

Film bir aile draminin cevresinde 20 yilda Almanya'nin nasil degistigini gosteriyor. Biraz belgesel bir tad da var. Savas sirasindaki onemli olaylar da filmde yerini buluyor. Ama cogu sahne Oskar'in cocuk gozlerinden yansitiliyor. Bir cucenin gozunde dis cevrenin devligi gosterilmeye calisiliyor. Cok farkli, sahsina munhasir bir film.

Satie

Bugunku muzik dersimizde Satie'nin Gnossiennes adli eserinin Lent bolumunu dinliyoruz:)




Iyi dinlemeler

gece muzigi

Ruhumun dinlenmeye ihtiyaci oldugu zamanlar Chopin'in nocturnelerini dinliyorum. Idil Biret'in piyanoda oldugu bir album var: "Chill with Chopin" adli. Eger okulunuz naxos-library'i destekliyorsa bedava stream edebiliyorsunuz. Ama sadece windows media player'i desteklediginden linux'da dinleyemiyorsunuz.

Biraz once tekrar bu albumu dinliyordum. En sevdigim nocturne'u paylasayim dedim. Idil Biret'ten bulamadim. Ama bu versiyon da fena degil.

Eser Adi: Nocturne in B flat minor, Op. 9, No. 1



Iki gundur devam eden yagmur icin de baska bir eser koyayim: "Prelude in D flat major, Op. 28, No. 15, Raindrop" Horowitz yorumuyla sunuyorum bu eseri.

the sisterhood of the travelling pants

Bu aralar biraz hafif filmler izlemeye karar verdim. Karamsar olmayan, insani hafif gulumseten filmler izleyecegim bir sure. Bu kararimda kutuphanede izlenecek film kalmamasinin buyuk rolu var. Sanirim bir sure boyle devam edip, yeni yildan itibaren netflix'e veya blockbuster'a uye olup izlenecek filmler listemi bitirmeye calisacagim.

Her neyse filmden bahsedeyim. Filmde bir kot pantolan 4 kiz arkadasa da mucizevi bir sekilde oluyor. Onlar da bu pantolani alip, bir hafta biri, diger hafta oburu giymek suretiyle alip bu kural uzerinden bir bacilik yaratirlar. Sisterhood'a bacilik diyorum ben:) Her neyse bu kotu lise 2 sinifin tatil oncesi alirlar. O yaz da hepsi farkli bir yere gider. Bu yuzden pantolan farkli yerleri gezer. Her baci pantolan ustundeyken yasadigi garip olayi digerlerine aktarmakla sorumlu. Film bir Amerika'da en cok satanlar listesini uzun sure isgal eden bir kitaptan filme uyarlanmis.

Filmde Gilmore Kizlarinin Rory'si oynamakta. Zaten bende onun yuzunden aldim filmi. Cok hayal kirikligina da ugramadim, zaten pek hayallerim de yoktu film uzerine.
Filmde en cok Yunanistan kismini sevdim. Santorini adasinda cekmisler. Santorini bizim Bodrum'a cok yakin. O yuzden denizin renginden, evlerin yapisina kadar hersey cok tanidik geliyor. Insan memleketini ozluyor. Anilar gozunun onune geliyor.
Birkac fotograf koyayim Santorini'den.




Filme tekrar doneyim. Filmde kizlarimizdan biri Santorini'de asik olur ve ask ona bir degisim yasatir. Baska bir kiz losemili bir cocukla tanisir ve onunla birlikte o da bir degisim yasar. Hayatta gercek acilarin oldugunu kavrar. Baska bir kizin annesi olmustur ve icinde hep bir bosluk vardir. Pantolonu giydigi donem bekaretini kaybetme donemine denk gelir ve o da bir donusum yasar. Son kizimiz da cocuklugunda annesini terkeden babasinin yaninda kalir o donem ve babasinin nasil farkli biri oldugunu kesfeder. Filmde hayat pek toz pembe gozukmez. Kizlarimiz bu gercekleri gorup degisirler, buyurler. Tabii ki sadece pantolan bir simgedir.

Filmde kizlarimizdan biri kaybeden(loser)'lerle ilgili bir belgesel cevirmekte. Cekilen belgesel'i ek olarak dvd'ye koymuslar. Hos bir belgesel olmus. Ozellikle Brian kismi ve limonata satan cocuklarla ilgili kisim.

Not: Youtube'de filmin tamami bulunabilir.

Sonuc: Oylesine rahatlamak istiyorsaniz izleyebileceginiz bir film.

sitar tabla konusmalari

Haftasonu bir adet Klasik Hint Muzigi konserine gitmis bulunmaktayim. Boylece hayatimda ilk kez canli olarak sitar ve tabla dinlemis oldum. Sitari Ravi Shankar'in eski bir ogrencisi caldi. Sitarin sesi azicik tiz geldi bana. Tablayla birlesince dinlemesi daha zevkli oluyor. Konserde iki parca calindi, herbiri bir saat surdu. Once cokyavas bir girizgah oluyor sitar tarafindan, daha sonra tabla da isin icine giriyor, daha hizlaniyor muzik, genelde emprovize ilerliyor konserin bundan sonraki bolumu. Bu yuzden o anda dinlediginiz muzik bir daha dinleme imkaniniz yok. Bir kez icra ediliyor. Genelde hindu tapinaklarinda calinan bir muzik, bu yuzden kutsal yanlari da var.
Ben canli performanstan cok zevk aldim.

Sitarist konser sirasinda tablayla sitarin nasil konustugundan bahsetti. Sanirim bu bolum bu tur konserlerin standart bir parcasi. Nitekim Ravi Shankar ve Alla Rakha ayni seyi su konserde yapmis.



Yukaridaki videoda sadece tabla calinmakta. Bu arada Norah Jones burnunu tamamiyle Ravi Shankar'dan almis. Bu da magazin yorumum olsun.

Asagidaki videoda ise Sitar daha baskin.



Bir de benim hosuma giden kucuk bir tabla sov koymak istiyorum.

bir bilim adaminin romani

Doktora programinda olup da motive eksikligi sikintisi ceken ben, careyi "bir bilim adaminin romanini" okumakta ariyorum. Kitabin motive anlaminda pek faydasi dokunmadi maalesef. Ama kitaptan cok sey ogrendim diyebilirim. Kitap Mustafa Inan'i Oguz Atay'in agzindan anlatiyor. Oguz Atay, Mustafa Inan'in ogrencilerinden biri. Kitap biraz da Tubitak'in ve Cahit Arf'in onculugunde insanlara bilim aski vermek icin hazirlanmis. Kitabin dili ve kurgusu oldukca basit. Ortaokul ve lise ogrencilerine yonelik yazilmis gibi duruyor. Oguz Atay'in bir kitabini okuyormus gibi hissetmedim kendimi. Ozellikle Tutunamayanlar'i okuyan birisi olarak bu kitabin yazarini hic taniyamadim. Bu kitap bir biyografi ve beklentileri ona gore ayarlamak gerek belki.

Kitabin kahramani Mustafa Inan dogustan hoca, ogretmeyi seviyor. Dogrusu bilim adamindan ziyade cok iyi bir ogretici demek daha dogru olur Mustafa Inan'a. Topluma olan gorevini daha cok insanlara birseyler ogreterek tamamliyor. Muthis bir zekasi ve matematik yetenegi var. Bunun yaninda edebiyata, sanata, dile, farkli dinlere ve kulturlere ilgisi var. Dusunmeyi, merak etmeyi seviyor. Bunun yaninda sosyal bir yaratik, tum toplantilarin vazgecilmez elemani, konusmalari herkes tarafindan ilgi ile dinleniyor. Kitapta onun Adana sivesi ile yaptigi tatli sohbetleri, verdigi konusmalari o kadar cok ovuluyor ki, keske birileri bir konusmasini kaydetseymis de simdi youtube'dan dinleme-izleme sansimiz olsaymis diye dusunmekten kendimi alamadim.


Mustafa Inan Turkce'de kullanilan kelimelerin nereden geldigini arastirmis. Birkac tanesini buraya koyayim.
"-Sandvic: 18. yuzyilda yasayan Earl of Sandvic, kumarbazin biriydi. Kumara oylesine duskundu ki, yemek yemege oturacak vakit bulamiyordu. Bir yandan kumar oynuyor bir yandan da ekmek dilimlerinin arasina koydurdugu sogus etleri yiyordu.
-Boykot: Ilk boykot, Irlandali arazi sahibi Mister Boycott'a karsi 1880'de yapilmis.
-Nikotin: Mosyo Nicot tutunu Fransa'ya getirerek nikotin denilen zehiri basimiza bela etmis.
........ " Sayfa 166

Bir de Mustafa Inan'dan birkac ozlu soz akatarayim:
"Cocuklarimiza durmadan tekrarliyoruz: muhakkak yabancı dil ogren! "Dusunmeyi ogren!" derseniz bir hakaret oluyor. Dusunmeyi ogrenmek de, herhalde yalniz dusunmenin kanunlarini bilmek degildir. Belirli problemleri cozebilmek icin elbette belirli bilgileri ogrenmek gereklidir; fakat bence onemli olan, asil gucluk, problemleri kurmaktir. Cogumuz problemleri yanlis kurdugumuz icin, daha bastan cozumsuzlukle karsilasiriz."


Sonuc:
Ozellikle akademik hayati planliyan ya da kendini muhendis hisseden herkesin zevkle okuyabilecegi bir kitap.

washington dc ve muzeler

Gecen hafta sonu okuldaki donem arasi tatilini firsat bilerek Washington DC'ye gittim. Yapay bir turizm baskentini gormus oldum boylece. Birkac anit, beyaz saray, ve capitol binasinin onunde binlerce fotograf cektiren Cinli, Japon, Amerikan gormus oldum. Boyle binalar ve heykeller onunde saatlerce fotograf cektiren bir tip olmadigimdan muzelere sigindim. Muzeler olmasa gittigime gercekten uzulurdum.

Turkiye'de ki olu muze kavrami ile ABD'de ki yasayan muze kavramini ayird etmek gerek. Turkiye'de muzeler bilmem kac yil once duzenlenmis ve cogu duzenlendigi gibi kalmis. Ama burada muzeler yasiyor, her donem degisen sergiler oluyor muzelerde ve ayni muzeye insan bile isteye birden fazla kez gidebiliyor. Icinde saatlerce gezebiliyor, gezerken ogreniyor, ogrenirken egleniyor. Hem cocuklar hem buyukler icin eglenceli.

Washington DC'deki en onemli muzeler Smithsonian alanina yayilmis bulunmakta. Boylece bir muzeden cikip digerine gidebiliyorsunuz. Muzelerin en guzel yani bedava olmalari:) Her muzenin icinde yemek yenilecek bir kafe ve eserlerin minyaturlerinin satildigi kocaman bir muze magazasi var. Muzeler tarih, sanat, doga ve teknoloji agirlikli.

Sanirim benim DC'de gorup, gezip, eglenip, icinden cikmak istemedigim muze "Natural History" oldu. Binlerce fosilin yaninda elmaslar, inciler, degerli madenler, binlerce fakli tas kesitleri, bocekler, kelebekler, piramidlerden cikarilan kedi, kopek, boga mumyalari, ve binlerce unuttugum parca vardi. Bunun yaninda kapisinda ciddi bir kuyruk olan IMAX sinemasi ve Nature's best photography yarismasinda sergilenen doga fotograflari. Sirf bu muze icin bile gittigime degdi diyebilirim. Bir kadin olarak tabii ki aklimda en cok kalan sey elmas-yakut-zumrut-lerden olusan taki setleri oldu. Bu degerli taslara suradan bakabilirsiniz.

Fotograf sergisinden de bir fotograf koyayim. Cevresel sorunlar dalinda odul kazanmis.



Bunun yaninda "National Galery of Art" muzesi de benim icin ayricalikli sanirim. Bu muzede de kalici sergilerin yaninda donemsel sergiler var. Kalici segiler arasinda Van Gogh, Leonarda da Vinci, Gaugin, Monet gibi unlu ressamlardan resimler vardi. Muzeye gitmeden once bu ressamlarin tablolarini gorecegim icin heyecanliydim ama muzeyi gezerken nedense cok heyecanlanmadim. Ozellikle 18. yuzyil oncesi eserler hic bana gore degil. Hep birini oturtup portresini yapmislar ya da meyve-sebze naturmortleri bol bol. Iııgghhh. Unlu ressamlarin da cok bildigim tablolari vardi. Zaten biliyorum modunda cok incelemeden gecip gittim. 18. yuzyildan sonra eserler hafif modernlesti de biraz tad almaya basladim. Benim evimin duvarinda da asili olan John Singer Sargent'in "Vendedikte bir cadde" eserinin gercegini gormek birazcik simartti sanirim beni. Iste o tablo:


National Galery of Art'ta gecici olara J.M.W. Turner ve Edward Hopper'in sergileri vardi. Turner'in resimleri cok ihtisamli. Genelde bir parlak bolge var ve on cephede yuzlerce minik insan savasiyor birseylerle. Gerceklerinin boyutlari cok buyuk, o yuzden tablolardaki tum ayrintilar gozukuyor. Ben "The Devil's Bridge" adli resmi sevdim.


Edward Hopper'in ise su iki resmini sevdim. Edward Hopper'in daha modern cizgileri var.






Son olarak da Hirshhorn museum'dan bahsedeyim. Bu muze modern sanatlar muzesi ve DC'deki muzeler arasinda en az seyircisi olan muze. Ama benim en cok sevdigim muzelerden biri oldu. Eserlerden biri, Fischli ve Weiss tarafindan tasarlanip cekilen "The way things go" adli video. Yarim saat suruyor normalde. Muzenin kalici eserlerinden biri. Aslinda daha once gormustum ama yine de cok zevk aldim izlerken. Not: Honda'nin reklamindan 20 yil oncesinde tasarlanip cekilmis bir video.