Ankara


Bu aralar buram buram bir Ankara ozlemi icindeyim. Gecen hafta uyandim, yatagimda yari uykulu yari uyanik: 'ben ne zamandir Konur sokaga gitmiyorum, bugun bir gideyim diye' dusundum. Canim Konurdaki kitapcilarda dolasmak istedi. Sonra simitcilerden birine oturup bir cay icmek ve simit yemek istedi. Sonra ben neredeyim diye dusundum uykulu uykulu yine. Ankara'da miyim Amerika'da mi??? Sonra gozlerimi hizlica actim, ben Amerka'dayim dedim. Bu demek ki Konur'daki veya Karanfildeki o kalabaliga karisamam, oylesine kitapcilarda dolasamam, simitcilerde bir bardak cayima simiti katik edemem, hele hele Sakarya'da hamsi-ekmek hic yiyemem.



Sinasi'de kendi anadilimde tiyatro izleyemem, ya da Opera binasinda bale izleyemem. Kizilay'dan kestane alip da yiyemem. Kale'nin eski evleri arasinda dolasamam, Ulus'un halinde oylesine peynircilerin, zeytincilerin, balikcilarin arasinda dolasamam.



Offf offf cok ozledim Ankara'yi. Tum gencligimi gecirdigim gri sehrimi. Keske orada olsam simdi, su Christmas tatilini orada gecirsem :((. Gecen yaz Turkiye ziyaretinde Ankara'yi ziyaret etmeyince boyle oldum. Gelecek sefere Ankara'da zaman gecirmeden donulmeyecek ABD'ye...



Ankara'dan okuyanlara selamlar....

new york: i love you

Paris, je t'aime'den sonra merakla bekledigim bir filmdi new york: i love you. Maalasef Paris je t'aime karsilastirilamayacak kadar vasat buldum filmi. Film Paris versioyonundaki gibi ayri kisa filmlerden olusmamakta. Tum filmler icice gecmis bu versiyonda. Genel olarak, filmler ask ve iliskiler uzerine. New York'u New York yapan farkli milletler, fakli dinler gosterilmekte kisa filmlerde. Ozgur cinsellik ve sigara bolca malzeme edilmis filmlerde.

Filmi izlerken ne zaman Fatih Akin'in filmini gorecegim diye bekledim. Maalesef cok etkilenmedim Fatih Akin'in oykusunden. Onun kisa filminde Ugur Yucel bir Cinli kizin resmini yapmak isteyen bur ressami canlandiriyor. Cok kisa bir filmdi. Cok fena degildi ama bir basyapit da degildi.



Filmde en basarili film, bence en sonda yer alan yasli bir ciftin gunluk yasamini konu alan kisa filmdi.

Gadjo Dilo

Yine muzik dolu bir film izledim. Romanya'da bir bir kasabanin cevresinde kurulmus olan bir Cingene kasabasinda gecmekte film. Paris'li bir genc babasinin izinden gitmekte. Babasinin devamli dinledigi Nora Luca kasetini alip Romanya'nin yollarinda Nora Luca'yi aramakta genc. Bir cingene koyune dusuyor yolu bu arayis icinde. Cingelerein renkli yasamlarini, uzuntulerini, sevinclerini, kaygilarini, ve diger insanlarin cingenelere karsi olan onyargilari anlatilmakta. Biraz Emir Kusturica filmlerini andiriyor film.

Cok eglenceli, muzikle icice. En guzel ses tabii ki Nora Luca'ya ait.



Bir baska sarki yerel bir Cingene'nin agiti.


Hos bir film bence, izlemeye degdi diyebilirim.

mahallemde sonbahar

Yasadigim sehirin en cok sevdigim yani dogasi sanirim. Kapidan disari cikinca, her mevsim degisen renkleri ile agaclar cercelevemekte evleri. Cogu sehirde bu kadar agaci gormek bir luks olsa gerek. Turkiye'deyken gercekten yesillik bir yer bulmak icin 2-3 saat sehrin disina cikmak gerekirdi. Ama burada, kapimdan cikinca iste soyler manzaralarla karsilasiyorum.


Bu renkler maalesef cok gecici bir sure ile bizleri sevindiyor. Sadece 1 haftada renk degisimin zirvesi yasaniyor. Ertesi hafta genelde tum yapraklar dokulmus oluyor. Artik agaclardaki renk degisimin ne kadar surecegini tahmin ediyorum. Ve iki yakam bir arada da olsa bir sekilde kendimi disariya atiyorum.







Mahalleler bu kadar huzurlu ve guzel oldugu halde, tadini cikaran insan pek yok maalesef. Insanlar dogal parklara gidiyor, ama kopeklerini dolastirmadiklari surece mahallelerinde turlamiyorlar.



Tum sokaklar da bana kaliyor dolayisiyla. Doyasiya fotograf cekip yuruyus yapiyorum ve boylesine agac zengini br sehirde yasadigim icin sukrediyorum.

overture(hom rong)

Bu aralar yogun bir sekilde farkli ulkelere ait filmler izlemekteyim. Bunlarda en hosuma gideni, dun aksam izledigim overture (hom rong)'du.Thailand'ı olaganca egzotikligi ile karsimiza koyuyor film. Geleneksel muzik aletlerinden biri olan ranad-ek (bir cesit zaylofon(xylophone)) ustasinin(Luang Pradit Pairoh) yasam oykusu. Cok kucuklugunde bu muzik aletinde ustaligini ve yetenegini kanitliyor.



Filmin basinda, rand ek biraz kulagimi tirmaladi. Muzigin kalitesini takdir etmek icin insanin kulagini egitmesini gerekiyor biraz. Hos bu her turlu sanat icin gerekli. Kubizm'i takdir etmek icin kubizm'i bilmek lazim, degil mi?

Filmin amaci, askeri donem sirasinda geleneksel muzigin Thailand'da yasaklanmasi. Turkiye'nin de tarihinde yaptigi benzer bir hatayi yapmislar Thailandlilar. Geleneksel muzik yerine, batinin muzigini halka dikte edince modernleseceklerini dusunmusler. Ve cogu geleneksel muzik aletinin calinmasini yasaklamislar. Kulturun en onemli ogelerinden biri olan geleneksel muzigi yok etmek, bir ulkeyi modernlestirmeye yetmiyor. Bizi etmedigi gibi gecmiste.

Herneyse, filmin zirve noktalarindan birinde genc muzisyen bir ustayla yaristiriliyor. Ikisi de ranad'da ustalar. Bu sekansi bir iki kez izledim. Gercekten hos, tavsiye ederim.

songs from the southern seas


Global Lens filmleri kapsaminda gosterilen Kazakistan'dan Guney denizlerinden sarkilar adli bu filmi seyrettim.

Film, Kazakistan'in bir koyunde gecmekte. Bir Rus ciftci aile ile bir Kazak ciftci aile komsular. Rus ailenin ilk cocugunun dogum sahnesi ile basliyor film. Hem anne hem baba sarisin ve renkli gozlu, ama dogan cocuk esmer, hafif cekik gozlu ayni komsulari Assan gibi. Bu dogan cocuk uzerine, tabii ki Rus koca, Kazak komsusuyla ile karisi arasinda olasi bir iliskiden supheleniyor. Karisi da, komsusu da inkar etse de cocuk tam bir Kazak. Bu cocugun sirrini filmin sonunda anliyoruz. Cok dokunakli ve destansi bir sonu var filmin.


Film, bana ortaokulda ve lisede okudugumuz Orta Asya'ya dayanan kokenlerimizle ilgili bolumleri hatirlatti. At ustunde bozkirda dolasan, gocebe hayat suren, at sutu icen atalarimiz, hala Orta Asya'da o hayati surmekteymis meger. Nedense film benim icin cok anlamliydi, kendimi cok farkli hissettim sonunda, biraz aidiyet duygusuydu sanirim. Filmin sonlarinda ingilizceye cevrilmeyen birkac Turkce cumleyi de salonda anlayan tek kisi olmak da hosuma gitti sanirim.

Filmin farkli bolumlerini ayirt etmek icin perdeye yansitilan kuklalar kullanilmis. Bu kuklalar cok siirimsi bir oyku anlatiyorlar bize. Bir arayisin oykusu bu. Cok cok guzel bir oykuydu.

Ayni zamanda filmdeki sinematografi de cok basarili. Goruntuler super. Daglarin arasindaki koyun manzarasi, at surulurkenki bozkir manzaralari sahane.

Shel Silverstein

Bir arkadasim beni Shel Silverstein ile tanistirdi. 'The giving tree 'adli bir kitabini odunc verdi bana. Pek odunc vermesine gerek yokmus aslinda. 10 dakika'da okuyup bitirdim kitabi. Ama etkisi kaldi sanirim.

Herseyini vermeye hazir bir agac ile bir cocuk arasinda gecmekte kitap. Cocuk, agaci kucuk yasinda taniyor ve hayatinin sonuna kadar hayatinda tutuyor agaci. Ilk baslarda tum zamanini agacla geciren cocuk, hayatinin fakli donemlerinde agaca farkli gereksinimlerle geliyor, ve agac cocugun gereksinimlerini elinden geldigince hep karsiliyor.

Insanoglu'nun yasam dongusu cok guzel anlatilmis kitapta. Cok sevimli bir kitap. Kutuphane'de veya kitapcida bulursaniz okumadan birakmayin.

Kitabin animasyon versiyonu surada. Yazarin sesinden kitabi izleyebilirseniz.

3 boyutlu kaldirim ressami

Sehrimizin yegane festivallerinden biri olan IdeaFestival'a bu sene Julian Beever konuk oldu. Internette cok fazla dolasiyor onun kaldirima cizdigi 3 boyutlu resimler.

Bizim kaldirimlarimizdan birine de su resmi cizdi 3 gun icinde.



Yaptigi resimlerin 3 boyutlu etkisini gormek icin belli bir noktadan bakmak gerekiyor. O noktaya sanatci, genis acili bir fotograf makinesi kuruyor. Referans noktasi olarak belirledigi bu noktaya gore 3 boyutlu resmini ciziyor.

Yaptigi iste cok titiz bir ressam. Her kucuk degisiklikten sonra gidip kamerada resmi bir daha kontrol ediyor. Gece gunduz calisti isi 3 gunde bitirebilmek icin.


Resmi tebesirle cizdigi icin, bu resimler bir hafta sonra yagmur sulari ile yok olacak. Bu kadar emek verdikten sonra nasil eserlerini bir kaldirimda yok olmaya birakiyor bilmiyorum. Arkasinda birakip gittiginde ne hissediyor onu da bilmiyorum. Sormadim o kadar isinin arasinda ona. Ama onun yasam misyonu da bu iste: tebesirle dunyanin farkli kaldirimlarina 3 boyutlu fotograflar cizmek.



Sanatcinin diger resimlerinden birkac ornek:




la strada

Fellini demek cocukluga donus demek, masumiyet demek, hayaller demek, nostalji demek. La Strada'da da bunlarin hepsi var.


Aslinda sirkleri pek sevmem. Tek kanalli cocuklugumun bayramlarinda gosterilen sirkler beni hic acmazdi. LA strada'nin her ne kadar bir kismi sirklerde de gecse, daha ziyade bir yol hikayesi. O yuzden bu kadar sevdim sanirim. Bir kasabadan diger kasabaya giden ve her gittikleri yerde degisik insanlarla karsilasan, ev mefhumu olmayan, donecek bir yerleri olmayan bas kahramanlarimiz Zampano, Gelsomina ve Fool var filmde. Zampona'nin Gelsomina'ya karsi tarifi guc bagliligi var. Her an cocuklasabilen bir Gelsomina var. Zampona'ya kizan, kusen nazli mi nazli, iyi yurekli bir kizcagizi. Filmin sonunda kader var, rastlantilar var, dus kiriklari var... Cok dokunakli bir sonu var.

Gulumseyince dunyalar guzeli olan Gelsomina var.

Tum sert hatlari ile erkek mi erkek Anthony Queen var.


Ve tabii ki filmin muzigi var. Su huzunlu melodi Nino Rota tarafindan bestelenmis.


La Strada - Nino Rota

Caykovski

Bu hafta Harvard tip mezunu olan psikiyatrist ve piyanist Richard Kogan'in Caykovski'nin psikoljik durumunu inceleyen bir konusmasina katildim. Richard Kogan, piyano basinda bir konusma verdi. Hem Caykovski'yi anlatti bizlere, hem de Caykovski'nin eserlerini yorumladi. Ilginc bir konusmaydi kesinlikle.

Caykovski omrunun cogunu kronik depresyonda gecirmis. Cok fazla intihar deneyiminde bulunmus. Olumu de her ne kadar kolera diye teshis edilmisse de aslinda arsenik zehirlenmesiymis. Oldugunde 50 yasindaymis ama en az 70 gosteriyormus.


Caykovski'nin ilk bunalimi, 14 yasinda annesini kaybetmesi ile baslamis. Daha sonra konservatuar icin ailesinin yanindan tek basina Moskova'ya gidince cok derin baska bir bunalima girmis. Kardeslerien cok duskunmus. Daha sonra 29 yasinda iken 15 yasindaki bir konservatuar ogrencisine asik olmus. Escinsel bir iliski yasamislar 4 yil boyunca. Bu iliskinin sonunda 19 yasindaki ogrenci kendini oldurmus. Caykovski bu olumden kendini suclamis hep.

Daha sonra escinselligini toplumdan saklamak icin bir kadinla evlenmis. Bu kadin Caykovski'ye anormal asikmis. Caykovski escinsel oldugunu soyledigi halde evlenmeyi kabul etmis. Ama bu evlilik yurumemis. Caykovski kadinin yuzunu gormemek icin neler neler yapmamis. En sonunda gidip Ocak ayinda buzlu bir nehirde saatlerce durmus olmeyi bekleyerek. Direk bir intihara girismemis, cunku ailesinin itibarini zedelemekten korkuyormus. Bu olayi ogrenen karisi, evliliklerinin 9. haftasinda Caykovski'yi terketmis.



Caykovski tekrar mutlu mesut escinselligine donmus. Yine o yil, Caykovski'nin hayatina baska bir kadin girmis. Ama bu Caykovski'nin muzigine hayranmis ve onu karsiliksiz olarak desteklemek istiyormus. Caykovski'nin bu zengin hayrani 14 yil boyunca maddi ve manevi anlamda desteklemis onu. Bu 14 yil boyunca birbirlerini hic gormemisler, kadinin sarti buymus. Ama binlerce uzun mektup yazmislar birbirlerine. 14 yil sonra, kadin birden destegini cekmis Caykovski'den. Caykovski maddi anlamda zaten rahatmis o destegini cektiginde, ama kadin metuplarini tamamen kesmis. Caykovski'nin ruhunu bu platonik iliski o kadar besliyormus, iliski bittiginde acayip cuvallamis Caykovski.

Caykovski 40 yaslarindayken 15 yasindaki erkek yegenine karsi ask duymus kendinden igrenerek. 50 yaslarindayken yine 15 yasindaki bir konservatuar ogrencisiyle iliski yasamis. Caykovski ne kadar yaslanirsa hep 15 yasindaki erkek cocuklardan hoslanmis. Bu iliskiyi ogrenen diger konservatuar hocalari, oturup kendisiyle konusmus, ve yaptiginin cok asagilik birsey oldugunu, kendini yok etmesinin bu dunyaya daha hayirli olacagini soylemisler. Arsenigin oldurme semptomlarinin da o gunlerde cok yaygin olan kolera'ya cok benzestigini ve insanlara bunun intihar degil kolera olarak duyurulacagina garanti vermisler. Olume coktan hazir olan Caykovski, olmeden once son senfonisi olan Pathetique(acinasi)'i bestelemis. Konusmaciya gore bundan guzel bir veda mektubu yazilamazmis.

Ben Caykovski'den kucucuk bir kuple paylasayim. Melodinin guzelligi tartisilmaz sanirim. (Bu arada Caykovski piyano calmayi bilmeyen bir besteciymis, o yuzden piyanistlerin sinirlarini hic dusunmeden piyano eserleri bestelemis, siradisiligi da buradan geliyormus. Bir de orkestra eserlerinde gittikce olgunlasan Caykovski, piyano eserlerinde gittikce kotulesmis. Onun ilk zamanlar besteledigi piyano eserleri, onun en iyi piyano besteleriymis. Hocasi Rubinstein, onun eserlerini begenmese de, o kesinlikle herhangi bir degisiklige gitmemis tarzinda. Bu da muzik bilgisi olsun.)


6. June: Barcarolle - Vladimir Ashkenazy [Piano]
Bir de unlu Finddikiran balesinden su melodiyi paylasayim.


Tchaikovsky - Dance of the Sugar Plum Fairy1.mp3 -

Sonsoz: Aslinda konusmayi dinlerken, hem doktorumuzun piyano performansindan hoslanmis, hem de Caykovski hakkinda birseyler ogrendigimi dusunmustum. Sonra dusundum de, konusmaci bizi Caykovski'nin ozel hayatini rontgenlemeye zorladi resmen. Gunumuzde ne depresyon, ne escinsellik siradisi. Cok da derin psikolojik gozlemler yapmamis Caykovski'nin muzigi karsisinda. Neyse efendim, Caykovski'nin muzigindeki derin huzunun esasisnda depresyon ve yalnizlik yatmaktaymis. Ama her escinsel, her depresyon hastasi Caykovski olamiyor. O yuzden Caykovski'yi takdir etmeye devam edelim diyorum ben.

Los Angeles aka Melekler Sehri

Ben gecen Temmuz'da bir Los Angeles kacamagi yapmistim. Ondan bahsedeyim bugunku gezi yazimda.

Ilk once, cok yorgundum yine bu gezi oncesi. Buradan Kaliforniya'ya gitmek genelde 10 saat suruyor ucak aktarmalari ile ve artik cok isteksizce yapiyorum bu gezileri. Ustune ustluk 3 saatlik bir zaman farki var. Boyle olunca kucuk bir jetlag yasiyorum oradan buraya tekrar dondugumde. Yakinda maalesef yine bir Kaliforniya gezim var ve simdiden kafami hazirliyorum.

(Kaliforniya'ya ucar iken Arizona'daki Grand Kanyon uzerinden geciyoruz, gercekten doga harikasi bir yer. Ucaktan cok etkileyici gozukuyor. )


Los Angeles'e gittigimde soyledigim gibi yorgundum. Hollywood bulvarinda 1 gun gecirdim. Bu bulvarda sadece turistler gorulmekte. Garip tipler var ortalikta, cogu uyusturucu bagimlisi gibi duruyor uzaktan. Biraz sakat bir yer. Oyle ucuzcu Cin isi Hollwood tisortleri satan yerler var. Yani Hollywood da boyle bir caddeymis diyerekten dus kirikliklari ile gezindim, durdum bu caddede. Oskar torenlerinin yapildigi Kodak sinemasina gittim. Baska bir dus kirikligi yasadim. Hollywood bulvari, cok uzun ve kadirimlarinda binlerce yildizin yildizi var bildiginiz uzere. En unluler Kodak sinemasinin yanina yoresine yerlesmis. Oyle 4-5 blok yuruyunce yildizlardaki isimleri tanimiyorsunuz.



Ben gittigimde Micheal Jackson yeni olmustu. Herbir kosede Micheal Jackson tisortu satiliyordu. 2 gunde bir olum ancak bu kadar ticarete dokulurdu ABD'de.



Los Angeles'da yogun bir Meksikali populasyon var. Beyaz ABD'liler azinlikta. Benim sehirde azinlikta olan Meksika'lilar cogu zaman cok saygili ve hicbir zaman onlara onyargi ile yaklasmamisimdir. Ama Los Angeles'ta cogunlukta olan Meksika'lilar sinirlerimi hoplatacak kadar saygisiz ve kabaydi. Sikayet ediyorum yasadigim sehrin kucuklugunden ama kucuk sehirlerde insan kendini gercekten daha huzurlu hissediyor.

Los Angeles'da, Universal'in film studyolarini gezdim. Bu gezimin tek nedeni filmelere olan duskunlugum. Yoksa boyle yapay eglence merkezleri bana gore degil. Studyo'da en cok setleri dolastirdiklari turu begendim. Filmlerde kullanilan yuksek teknoloji ve muhendislik hayranlik uyandiriciydi. Action film severi olmadigim halde, CSI dizilerinin kasli erkekleriyle yapilan bol sulu, atesli, helikopterli canli sovdan da biraz keyif aldim. Bu 4 boyutlu Shrek ne hikayeymis diye merak ederdim. Koltuklar ozel dizayn ve oynayabiliyorlar Shrek'i gosterdikleri salonda. Diyelim Shrek filmde tukuruyor seyircilere dogru, birdenbire yuzunuze su sicratiyorlar onunuzdeki koltugun su haznesinden, iiiyyykkk oluyorsunuz. Baska da hiiiicbir esprisi yok olayin. Bu yapay eglence merkezleri hiiiic benlik degil, birkez daha kanitlamis oldum kendime. Bir kere, her sovun onunde boyle saatlerce bekliyorsunuz, cok yoruluyorsunuz, o kadar para verdiginiz icin de her birseyi yapmak istiyorsunuz, boyle olunca ogleden sonra tam bir yorgunluk abidesine donusuyorsunuz ve kesinlikle hicbirseyden zevk almiyorsunuz. ABD'de ya da dunyanin herhangi bir yerinde, bir daha yapay bir eglence merkezine gidersem de iki olsun diyorum.


Los Angeles'de Hollywood Bulvarinda yururken bir bakkala girdim birseyler almak icin. Bakkalda ABD'de gordugum en ucuz pastirma ve ABD'de hic goremedigim bizim oralara ozgu pastane urunleri vardi. Pastirma'yi soyleyis tarzimdan hemen Turk oldugumu anlayan Ermeni asilli Mike, bana Hollywood bulvari uzerinde bir Ermeni lokantasi tavsiye etti. Kac yildir buradayim, ama orada yedigim yemek kadar guzel bir yemek yedigimi pek hatirlamiyorum. Buralardaki Turk lokantalari cok fazla Orta Dogu yemeklerine kaymis, kebap+humus haricinde birsey onermiyorlar. Ama bu Ermeni lokantasi coook coook basariliydi. Onden getirdikleri lahana salatasi diye birsey de kesfettirdiler bana, bir aydir hergun lahana salatasi yapiyorum. Cok leziz. Bu lokantadan cikip taksiyle kaldigim otele gittim. Taksicide sansima Ermeni cikti. Boylece LA'de yogun bir Ermeni populasyonu oldugunu da ogrenmis oldum. Aintap'ta kokleri olan Yohannas en az bizimkiler kadar merakliydi kadin musterisine karsi. Bana yol boyu sacma sapan sorular sordu. Bunlar kisiseldi genelde. O yuzden sacma diyorum. Oyle Ermeni meselesi falan konusmadik. Ermenistan'dan gelmis, ekonominin iyi oldugu zamanlarda kuyumculuk yapmis, bu aralar sadece taksi soforlugu yapiyormus, cocuklarini geleneksel yetistirmeye calisip Los Angeles'in uyusturucu batagindan uzak tutmaya calisiyormus. 60 dakika suren yol hic bitmeyecek sandim, Johannes'un baskili kisisel sorulari ve kisisel hayati yordu beni.


Hollywood bulvari ve Universal turundaki fiyaskodan sonra, Pasedena'daki yuksek yildizli otelime yerlestim, katildigim konferans karsiliyordu tum masraflari sagolsun. Bir gun once Hollywood bulvarinda kaldigim hostelden sonra guzelim otelden hic cikasim gelmedi. Otelin havuzundan ve jakuzisinden cikip Los Angeles'in plajlarina gitmedim. Iste ben de yorgunluga yenik dusup otelden cikmayan tiplere donusmustum. Neredeydi ayaklarinin alti su toplayana kadar gezen nurvenur??? Aslinda, cok fazla filmde geciyor plajlar, ilginc olabilirdi. Ama kendimde gidip de plajlari goreyim enerjisi bulamadim. Pasedena'nin zengin sokaklarinda azicik turladim. Sonra Los Angeles macerama son verdim.



Son Soz: Los Angeles'de hic melek goremedim. Eger LA'de bir yerlerde melekler varsa, bu sehire biraz daha iyi bakin diyorum onlara. Kaliforniya'nin maddiyat agirlikli, kulturden yoksun, egitimden yoksun kaba insanlarla dolu sehirleri benden uzak olsun. Havalari serin olsa da ben New York-Boston civarinda daha mutlu hissediyorum kendimi. LA'e de umarim bir daha yolum dusmez diyerekten yazimi bitiriyorum.

araf

Herkesler Ask'tan konusurken ben Araf'tan bahsedeyim. Ya da Ingilizce ismiyle 'The Saint of Incipient Insanities' den.



Bu kitabin cok populer oldugu yillari hatirliyorum. Herkesin elinde cikolata kapli bir kitap vardi yine. Ve yine sevenler sevmeyenler kamplasmisti. Nedense o zamanlar cok bir istek duymamistim bu kitabi okumak icin. Bu yaz bir arkadasim ben sevmedim ama belki sen seversin, kendinden birseyler bulabilirsin dedi. Ben de hadi kutuphaneden alip okuyayim dedim.

Herhalde kitabi ciktigi yillarda degil de simdi okumam gerekiyormus. Benim de ulkemi degisitirmem, ABD'ye doktora yapmaya gelmem gerekiyormus. Omer gibi capkin mi capkin bir arkadasimin, Abed gibi sinirli elestirel bir Tunus'lu arkadasimin, Allegre gibi gonullu islerde gonulluce calisan arkadaslarimin, farkli dinleri icigine cicigine kadar arastiran spirutuel arkadaslarimin, Meksika asilli arkadaslarimin, Gail gibi vegan arkadaslarimin, Debra gibi lezbiyen arkadaslarimin, mahallemde bir surgu arabasiyla dolasan neredeyse hergun gordugum evsiz birinin olmasi gerekiyormus. Hatta, Boston'u bile gormus olmam gerekiyormus, T'ye binmem, Huntington Av. uzerinde zaman gecirmem, Boston'da Omer'lerin kaldigi gibi bir evde kalip kucagimda kedi bile sevmem gerekiyormus. Benim bu kitabi simdi okumam gerekiyormus, kendimle ve cevremdekilerle iliskilendirmek icin. Belki 4 yil once Turkce'sini Ankara'da okusaymisim, Odtu'de gecen kisim haricinde, cok da kendimle ve cevremdekilerle iliskilendirmezdim bu kitabi, kurgusunu cok siradan bulabilirdim.

Kitabi Ingilizcesinden okudum efendim ve Elif Safak yuzunden yine ingilizce sozcuklerin anlamlarina bakmak zorunda kaldim. Uzun zamandir sozluk almiyordum elime. Ingilizcesini fazlasiyla kiskandim bu kitabinda. Baba ve Pic'in Ingilizcesinde bu kadar edebiyat yapmamisti, bu kadar farkli kelimeler kullanmamisti. Sadece Ingilizce degil, Ispanyolca ve Arapca bilgisini de konusturmus Elif Safak. Benim gibi, sol beyni sag beynine gore daha iyi calisan, ve Ingilizce'yi bile hala sular seller gibi konusamayan bir muhendisi, bu cok dil bilme ozelligi acayip kiskandiriyor.

Abed'in kendi dilindeki atasozleri ve deyimleri Ingilizce'ye cevirmesi bana kendimi hatirlatti. Ilk yil ozellikle bazi Turkce deyimleri kullanmak isterdim yeri geldiginde. Ingilizcesini bilmezdim. Turkce'de soyle bir soz vardir deyip cevirmeye calisirken de 'o an'i kaybetmis olurdum. Sonra cevirmekten vazgectim, ceviri deyimler hicbir zaman cuk diye oturmuyor yerine. ( "cuk diye oturmak" gelde cevir Ingilizce'ye bakalim :) )


Elif Safak, Amerika'daki farkli hayatlari cok guzel incelemis. Bu kadar farkli insanin icine girdi mi, benzer deneyimleri oldu mu, okuduklarindan mi etkilendi, yoksa arkadaslarinin deneyimlerinden mi yola cikti bilinmez. Ben de cok farkli insanla tanistim burada, ama yemek sorunlari olan kadainlari henuz tanimadim mesela. Sanirim Kadin Haklari konusunda bir merkezde bir sure calistigindan bu kadar farkli kadin profiline eristi. Kitapta da bas kahramanlarimiz erkek olmasina ragmen buram buram bir kadin ruhu tasiyordu kitaptan. Kitaptaki teyzeler ve Allegre'nin yasami da biraz Baba ve Pic'teki teyzeleri hatirlatiyordu.

Elif Safak'i yine Rock, Metal bilgisinden dolayi tebrik ediyorum. Omer'in dinledigi gruplari ve sarkilari cok yerinde kullanmis. Benim muzik tarzim olmadigindan cogu grubu bilmisligim yok. Yalnizca Portishead'in Only You'sunu biliyordum.


Only You - Portishead

Kitabi okuduktan sonra, baskalari ne demis diye bakindim biraz, genelde herkes takintili bir sekilde "neden kitap ingilizce yazilmis"'a takilmis. Ben bu kitabin ozellikle Turkler icin yazildigini dusunmedim. Yazar, farkli gecmislerden gelen insanlari birlestirmis ve onlarin da kitapta kendilerinden birseyler bulmasini istemis. Ve kitabi sanildigi uzerine Turk okuruna gore hazirlamamis. O yuzden Turkiye'den okuyup da ne kadar zuppe kendi dilinde yazmiyor diyenleri anlayissiz buluyorum. Yine Turkiye'den okuyup sevmeyenleri anliyorum, kendileriyle ozdeslestiremediklerinden sevmemis olabilirler. Ben de Elif Safak'in en guzel kitabi diyemem, (bence en guzeli Mahremdi), ama kendimden birseyler buldugumdan ve biraz belgeselimsi bir tad aldigimdan okurken hoslandim diyebilirim.

Elif Safak'in kitaplarinda soyle birsey yapmak geciyor icimden, alip tum gereksiz, ise yaramayan cumleleri atip, ortaya kitabin yarisi kadar, daha oz bir kitap cikarmak. Ozellikle yine son 50 sayfasi cok gereksizdi. Bu son 50 sayfa kurgu acisindan Baba ve Pic'le cok fazla ortak nokta icermekteydi. Dugum karakterlerinin birinin Istanbul'a gelisi ve burada gelisenler ve Istanbul tahlili. Abed'in annesi Zahra'nin Boston'a gelisi de kitaba birsey katmamisti. Hangi Fas'li annesine ismiyle hitap ediyor, o da ayri bir merak konum oldu. Zahra'nin gelisiyle geleneksel Elif Safak ogesi olar cinlerin kitaptaki yeri de cok siritmisti. Sanirim Elif Safak'in da tam yureginin ustune baski yapan bir cin'i var. Ve bu cin, eger kitaplarinda kendinden ve arkadaslarindan bahsedilmezse cok fena baski yapiyor Elif Safak'a. Elif Safak'da sagolsun her kitabindan cin'lere yer veriyor. Egzotik olmaya calisiyor sanirim.

Bu arada, Ingilizce baskisinin on yuzunde Ortakoy camii ve bogaz koprusu var, arka yuzunde Boston fotograflari var. Turkce baskida da bilindigi uzere, cikolatalara uzanan bir kasik var. Iki baski da insani cok dusundurmuyor, icindeki tum kahramanlari cok yansitmiyor. Sadece Gail'i cok yuzeysel olarak yansitiyor kapaklar. Bence Elif Safak, cinlerine istasareye gecip, su kapak tasarlama isini bir sekilde duzeltmeli. Yoksa daha cok elestirilecek sig kapak tasarimlari ile.

Bir de kitapta en cok hosuma giden bolum Gail'in universiteye basladigi yildi, sonra onun gonul abla mektuplari geldi ki onlar da cok hostu. Cok icten ve guzel bir bolumdu, kitabin devaminda oraya tekrar donulecegini sandim umutla, ama o oyku cok yarim kaldi. Kitaptaki devamlilik biraz sorunlu bana gore.

Bir de kitapta Gail'in kedilerinin adi "West" and "The Rest" idi. Ses uyumu cok hos. Turkce'ye bu kedi isimleri nasil cevrilmis acaba merak ettim. Tabii West'e bu kadar yalakalik yapan "The Rest" de guzel metafor olmus. Digerlerinin batiya olan karsiliksiz sevdasi, ne soylenebilir ki...

Kitap'in son sayfasindan bir satir:

"kim gerçek yabancı- bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi yoksa kendi ülkesinde bir yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı? "


Sonsoz: Amerika'da doktora yapiyorsaniz ve hala okumadiysaniz siddetle tavsiye ederim. Turkiye'de ve okumadiysaniz, farkli tur insanlarin ayni cati altinda buralarda cok kolaylikla bir araya geldigini ve tum karakterlerin gercek hayattan bire bir karsiliklarinin oldugunu garaanti ederim. Eminim biryerlerde bir zamanlar kendinizi yabanci hissettiyseniz, siz de seversiniz bu kitabi bir sekilde.