Christmas temali Chicago

Bugun Christmas burada. Benim ilk Christmas'im gavur ellerinde. Burada kaldigim surede ilk kez her yerin kapali oldugunu goruyorum. Herkese tatil olan nadir gunlerden biri bugun. Dun aksam hristiyanlar icin onemliydi. Hz. Isa'nin dogumunun arefesi. Dini torenlerin cogu dun aksam yapilmakta. Christmas'in arefe gecesi Christmas gununden daha onemli onlar icin. Bizim yerel radyoda dun ve bugun sadece koral ilahiler calindi.



Benim en sevdigim kisim heryerin isiklarla suslenmesi bu donemde. Cogu Christmas gelenegi gibi bu da Alman kokenli bir gelenek. 6 Aralik-24 Aralik arasi İsa'nin dogumunun oncesi İsa'nin isigini sembolize eden mumlar yakiliyormus evlerde, Isa'nin gelisini bereketli bir bahceyle(garden of eve) ozdeslestirmek icin cam agaclari isiklarla, kurabiye ve meyvelerle suslenmekteymis. Diger hristiyan ulkeler de Alman geleneklerinden etkilenip cam agaclarini isikla suslemeye baslamislar. Isikli cam agaclarini gormek icin Almanya'ya veya baska bir hristiyan ulkeye gitmeye gerek yok. Sagolsun Turk halkimizin evleri de artikli isiklarla susleniyor, evlerde isikli cam agaclari bulunmakta. Bu kadar din tabanli bir rituelin hic sorgulanmadan ozumsenmesine karsiyim dogrusu. Nereye kadar Amerikan filmlerinde gordugumuz gibi yasayacagiz bilemiyorum.


Her neyse ben bu Christmas oncesini Chicago'da gecirdim(Yukaridaki foto sehrin ortasindaki unlu kahve cekirdeginden, benim icinde oldugum tek foto ). Chicago bizim buraya 4 saat araba mesafesinde. Bu kadar kisa mesafe olmasina ragmen baska bir iklim hukum surmekte orada. Burada hava 15 derece civariysa orada -20 civari oluyor. Bu mevsimde hava 3:30-4 civari karariyor. Sehrin isiklari hep yaniyor. Nedense metrodan inip sehre ilk adim attigimda kendimi Ankara'da hissettim. Yuzumde bir gulumseme peydah oldu. Sokaklarda yuruyen insan gormek bile sevindiriyor insani. Metroda kitap ve gazete okuyan insanlar vardi. Benim sehirde boyle seyler gormek imkansiz. Tiyatrolari, muzikalleri, baleleri, muzeleri, her kosesindeki jaz ve blues barlari ile kulturel bir sehir Chicago. Ilk kez Amerika'da bir sehri yasanabilecek sehirler kategorime koydum.
Chicago Christmas mevsimine Findikkiran temasiyla hazirlanmis. Her magazada, sehrin her kosesinde yukaridaki oyuncagin resimleri, maketleri var. Bilmeyenler icin Findikkiran: bir Christmas aksamini bir cocuk gozunden anlatan bir bale. Bir kiza oyuncak findikkiran hediye edilir Christmas gecesinde. Kiz da bir anda uykuya dalar. Findikkiran dahil diger oyuncaklar canlanir ruyasinda. Balenin sonunda kiz uykusundan uyanir. Her Christmas zamani Ankara dahil cogu dunya sehrinde bu bale sergilenmekte. Tabii ki Chicago'da da. Ben baleyi izlerken bu findikkiran neymis diye cok dusunmustum. Bizim gunluk olarak kullandigimiz findik veya ceviz kiracaginin neden bir oyuncak olarak hediye edildigini de anlamamistim. Chicago'da Almanya'nin Nuremberg Christmas cadirlarina ozenilerek kurulan alani gezerken elime alip inceledim aleti. Arkasinda bir cubuk yardimi ile agzini aciyoruz aletin, agza bir findik koyup, cubuk yardimiyla agzi kapatiyoruz. Boylece findigi kirmis oluyoruz:) Bu da genel kultur bilgisi olsun size. Sehrin en buyuk alisveris merkezlerinden Macy vitrinlerine bu sene Findikkiran balesinin sekanslarini koymus. Her pencerede balenin farkli bir bolumu anlatilmis. Hareketli kuklalar var her pencerede. Cocuklarin favori mekanlarindan biri olmus Macy'nin onu. Asagidaki kare Macy'nin onunden.

Sehrin sokaklarinin tum agaclari isiklarla suslenmis. Her yil bu donem oldugu gibi. Gece fotografciligi icin cok uygun bir mekan. Benim tripodum olmadigindan pek sahane seyler cikmadi ortaya. Yine de agac temali iki kare asagida.




4 muzeye gittim Chicago'da. Field Museum: Tabiat tarihi muzesi. Doldurulmus her turden hayvan ve farkli bitkilerin birebir modelleri vardi. Ozellikle doldurulmus kus bolumu gorulmeye deger. Mumyalar, dinazorlar klasik, her tabiat muzesinde var zaten. Washington Dc'deki Tabiat muzesi buradan daha kapsamli ve daha zevkli diyebilirim. Bir baska muze: Art Institute. Burada en sevdigim kose minyatur evler kosesi oldu. Dunyanin fakli koselerinden oturma odalarinin minyatur modelleri. Kucuk bir isikli kutuya minyatur masalar, sandalyeler, koltuklar, piyanolar, ve binlerce minyatur esya yerlestirilmis. Bu muzede bol sayida Van Gogh, Monet, Manet, Picasso, Gaugin sergilenmekte. Cok sayida bilinen eserin orjinali var. Eserlerin gerceklerindeki firca dokunuslari, boya kalinliklarini gormek guzeldi. Bu muzede en sevdigim parca Picasso'nun Old Guitarist'i oldu. Daha once gordugumu hatirlamiyorum. Salona girince ben buradayim diye bagiran bir eser.

Contempory Art Museum: Her modern sanatlar muzesi gibi ilgincti. Tarif edilemez nesneler, sekiller. Ama en ilginc eser sevisen bir cift oldu. Bir sergi salonunda bir cift sevisiyor. Ilk once bakmamaya calistim, sevisenlere saygi geregi:) Sonra sevismelerinin modern bir dans oldugunu anlayip seyretmeye basladim. Sanirim aklimda kalan tek eser bu oldu. Bu muzenin merdivenleri eserlerden cok daha hostu benim icin. Merdivenden bir ornek asagida.

Son olarak sehrin tam gobeginde bulunan buz pateni pistinden bir goruntu koyup bitireyim. Chicago'da yapilacak en ucuz(kayak kiralama 2.5 dolar) ve en zevkli seylerden biri Millenium park'ta kaymak sanirim.

Temmuzda olacak bir sonraki Chicago gezime kadar Chicago'dan bu kadar.

sahipsiz bisiklet

Dun tasinan sevgili komsucugumdan sahipsiz bir bisiklet kaldi geriye. Cok boynu bukuk duruyor sahibi olmadan...

Bisikletin sahibinin favori sarkilarindan birini koyayim: A Doodling Song



Bati yakasina sevgiler...

Schopenhaur Tedavisi: Bugunu Yasama Arzusu


Irvin Yalom'un "Nietzsche Agladiginda" tadinda bir kitabi. Iki kitap arasinda acayip benzerlik var. Ama bunda Arthur Schopenhaur'un kisilestirilmesi biraz sonuk. Nietzsche Agladiginda filozofi daha bir insanlasmisti. Yasadigi ask, kisisel sorunlari ve kitabin sonunda okuyucuyu sasirtan aglamasi ile Nietzsche 'yi bir filozof olmanin yannda bir insan olarak da sevmistim. Ama bu kitapta, Schopenhaur biraz havada kalmis, belki cok fazla kaynak bulamadi yazar onunla ilgili. Sadece annesiyle olan yazismalardan ve yazmis oldugu kitaplardan alintilar yapmis.


Schopenhaur(yukaridaki resimde) ozellikle Nietzsche dahil bircok filozofun esinlendigi, kotumser bir filozof. Ozellikle varolus anlaminda guzel calismalari var. Kimseyi pek takmiyor. Kimsenin onun hakkinda dusundugune onem vermiyor. Insan iliskilerinde her zaman belli bir mesafeyi korumayi, hic kimseye guvenmemeyi ilke edinmis. Hayatinda hic arkadasi, dostu olmamis biri. Bununla birlikte cok guclu bir filozaf. Her ne kadar insanlari onemsemese de normal insanlarin anlayabilecegi bir uslupla kitaplarini yazmis.

Irvin Yalom'un bu kitabina gelecek olursam, bir grup terapisinin cevresinde donuyor. Grup insanlarla iliskilerinde sorun yasayan 7 kisiden olusmakta. Grubun en baskin uyesi, insanlardan kopuk bir sekilde yasayan Philip, cinsel bagimlilik problemine, zamaninda Schopenhaur'in felsefesini ozumseyip sonra onun yasam tarzinin icsellestirerek care buluyor. Bir de Schopenhaur'un da benzer bir cinsel bagimliligi oldugunu ogrenince kendini ona daha yakin hissediyor. Grupta konusulan sorunlara unlu filozoflarin ozellikle Epiktetos, Nietzche ve ozellikle Schopenhaur'in felsefelerinden faydalanarak yorum getiriyor.


Kitapta bir bolum Schopenhaur ile ilgili olurken onu izleyen bolum grup terapisinde konusulanlardan olusmakta. Her bolum ise Schopenhaur'in bir aforizmasi ile basliyor. Schopenhaur kisimlarinda pek bir edebilik yok dogrusu, ama grup terapisi kisimlari cok canli ve insan hepsini bir cirpida okuyup bitirmek istiyor. Kitapta sevmedigim bir nokta kendini tekrarlayan yapisi. Benzer mesajlari tekrar tekrar veriyor. En fazla tekrarladigi mesaj ise: "Ne gecmis, ne gelecek aslolan su andir.", "Yasam'dan once ne isek olumden sonra da o olucagiz.", "Ne kadar cok bagin varsa o kadar cok aci cekersin.", "Baskalarinin senin hakkinda dusunduklerine cok yogunlasma. Ne olduguna kendin karar ver." Hepsi de demesi kolay yapmasi zor seyler.

Kitabin orijinal kapak tasarimini da Turkce'ye cevrilmis halindeki kapak tasarimini da sevdim. O yuzden ikisini de koyuyorum bloguma.

Kitaptan sevdigim birkac bolumu burada aktarayim.
"Nietzsche 'nin verdigi mesaja gore, hayatimizi oyle yasamaliydik ki, ayni hayati sonsuza dek yasamak isteyelim."

"Nietzsche bir keresinde bir inek ile insan arasindaki en buyuk farkin inegin nasil var olacagini, gelecegin korkularini ve gecmisin yukunu tasimadan, icinde bulundugu mutlu anda herhangi bir kaygi -yani korku- duymaksizin nasil yasayacagini bilmesi oldugunu yazmistir. Ama biz talihsiz insanlar gecmis ve gelecegin o kadar etkisi altindayizdir ki, su anda kisaca geziniriz. Cocuklugumuzun altin gunlerini neden hep ozlemle anariz, biliyor musunuz? Nietzche bunun nedenini, o gunlerin kaygisiz gunler, agir, aci veren anilarla, gecmisin copleriyle yere cokmeden onceki gunler olmasina baglar."

"Sizin icin savasmalari icin baskalarina guvenirseniz kendi kas sisteminiz dumura ugrar."

Bir de Schopenhaur'un sevdigim aforizmalarini soyle. Aslinda daha da vardi da, bu kadarini koyabiliyorum.

"Aldigimiz her nefes bizi surekli etkisi altinda oldugumuz olume dogru ceker."

"Insan buyuk bir hayretle, binlerce yillik varolmayistan sonra birdenbire varoldugunu gorur; bir sure yasar; ve sonra yeniden yok olmasi gereken ayni oranda uzun bir zaman gelir."

"Eger hayata kucuk ayrintilariyla bakacak olursak, ne kadar gulunc gorunur. Mikroskopta gorulen bir su damlasi gibidir, tek hucrelilerle kaynayan tek bir damla. Telasla kosusturup mucadele etmelerine nasil guleriz. Ister bu su damlasinda isterse insan hayatinin kucuk suresi icinde olsun bu korkunc etkinlikler komik bir etki yaratiyor."

"Insan basta hic mutlu degildir, ama butun hayatini kendisini mutlu edecegi sandigi bir seyin pesinde cabalayarak gecirir, nadiren amacina ulasir, ulastiginda da yalnizca dus kirikligiyla karsilasir, sonunda bir enkaz gibidir ve limana direkleri ve donanimlalari yok olmus bir sekilde gelir. Ondan sonra da mutluluk ya da mutsuzluk aynidir; cunku hayati icine bulundugu her dakika yok olan andan fazlasi degildir ve simdi de sona ermektedir."

"Yetenek baskalarinin ulasamadigi hedefi vuran nisanci gibidir; dahi ise baskalarinin goremedigi bir hedefi vuran bir nisanci."

"Dusmaninin bilmemesi gerekeni dostuna soyleme."

"Insanlarin olduklari gibi olmalarina izin vermek olmadiklari seyi kabul etmekten iyidir."

Sonuc: Her ne kadar Irvin Yalom'un Nietzsche Agladindaki basarisindan oturu yazdigi anlasilan bir kitabini da okusak, zevkli bir surecti. Bir de grup terapisinin akiciligi ile en fazla 3 gunde bitiriyorsunuz kitabi. Felsefe ve piskoloji'yi sevenlere tavsiye olunur.

bir fotografci

Genelde cicek fotorgraflari ceken bir fotografci: Robert Creamer. Genelde cicek duzenlemeleri yapip onlarin fotograflarini cekiyor. Yani tam benlik diyemecegim. Ama renk duzenlemeleri goze hos gozukuyor. Hoslandigim birkac fotografini koyayim.

Fairchild Jade

Prominent Lily


Iris


5 Bells

coffee and cigarettes

Hic kahveyle sigarayi birlikte denemedim. Herhalde omur boyu da denemeyecegim. Ama sigara icenlere gore, bal kaymaga, simit caya ne kadar yakisirsa sigara da kahveye o kadar yakisiyor. Jim Jarmusch da, bir masa etrafinda kahve icip sigara tutturme esasina dayali kisa filmler koyuyor filmine.

Tum filmlerin ortak yani bir masanin basinda sohbet esnasinda icilen cay ve ya kahve. Mekan genelde bir restoran veya bir kafe. Masa genelde dama kareli. Tum aktorler kendi adlari ile oynamis filmlerde. Konusmalar bazen cok anlamli bazen ise cok anlamsiz. Filmlerin hepsi cok guzel degil ama hepsinde Jim Jarmusch tadi var. Yani siradisi.

Kisa filmler arasinda ben "Cousins?" adli su filmi begendim.



En son kisa filmde ise soyle bir diyalogdan sonra
" I feel so divorced from the world. I've lost touch with the world....Do you know that song by Mahler, "I've Lost Track of the World"?
B: No.
T: It's one of the most beautiful, saddest songs ever written. I can, I can, I can almost hear it now... "

Mahler'in "Ich bin der Welt abhanden gekommen" parcasi caliyor. Bu da gorulesi kisa filmlerden.

agit

Bazen Turkiye gazetelerine bakmaya korkuyorum. Nasil bir felaket haberi okuyacaginizi hic tahmin edemiyorsunuz. Buradan kotu haberleri okumakla Turkiye'den o haberleri okumak farkli. Buradan okuyunca bir akrabanizi kaybetmis kadar kotu oluyorsunuz.

Bu sabah da Isparta'da dusen ucak ayni seyleri yasatti. Yogun bir gunum olmasina ragmen kilitlendim resmen. Belki olenler arasinda benim gibi universite mensuplari oldugundan, belki benim de iki yil once benzer bir DPT toplantisi icin Isparta'ya gidisimden. Iki uc gunlugune bir is icin bir sehre gidiyorsunuz, kafanizda yapilmasi gereken onlarca isin listesi, toplantida sunacaginiz calisma, geziden dondukten yapmaniz gerekenler, gormeniz gerekenler, sizi kimin karsilayacagi hersey planlanmis. Tek "olum" yok planlar arasinda.


Haberleri kisisellestiriyorum sanirim. Oyle olunca, tv'den duyup baskalarinin felaketi olmaktan cikiyor yasanan felaket. Ayni hisleri Disisleri bakanligi servisinin Batikent kavsagindaki kazasinda da hissetmistim. Hergun ben de ayni kavsaktan bir servis araci ile isime gitmekteydim. Olen insanlar da benim gibilerdi. Simdi de oyle, benim gibi insanlar, hic ummadiklari anda olduler. Nur icinde yatsinlar..

Yansimalar'dan "agit" dinleyelim onlar icin.

The Gold Rush

Charlie Chaplin'in 1925 yapimi bir filmi. Tamamiyle sessiz olan orijinal filme 1942 yilinda Charlie tarafindan seslendirme yapilmis. Sinema tarihinin en iyi 100 filmi arasinda. Charlie'nin "hatirlanmak istedigim filmim" dedigi filmi.



Film Amerika'nin soguk karla kapli koselerinden birinde altin avina cikan insanlarin oykusunu anlatmakta. Amerika'nin tarihinde "Gold Rush" denilen bir donem var. 1800'lu yillarin sonlarina dogru insanlar altin bulmak umidiyle Kaliforniya'ya gitmekteler. Zengin olurum hayali kurarak. Bunda klasik Amerikan ruyasi diyoruz. Ama gidenlerden cok azi gercekte altin buluyor ya da kucuk miktarlarda altin bularak istedikleri zenginlige kavusamiyorlar. Charlie'den bu hareketten esinlenerek "altina hucum" filmini cekmis.

Charlie filmde altin bulma umidiyle Alaska'ya hareket ediyor. Alaska karlar altinda ve soguk, kar firtinalari ve ayilar var ortalikta. Bir firtinanin ortasinda kendini bulan Charlie'nin karsisina bir kulube cikiyor. Zaten Charlie'nin filmi deyince kulube olmazsa olmaz. Kulubede' kulubenin sahibi ve iri yari bir altin avcisiyla (Big Jim ile) mahsur kalirlar. Kulubede yenecek birsey yoktur, bu yuzden sukran gunu yemegi icin Charlie kendi ayakkabisini pisirir. Bu sahne filmin en unlu sahnelerinden biri. Bu sahne'de jelibon turunde bir tur sekerleme kullanilmis. Bu sahne 63 kez cekilmis, 3 gun surmus cekimler, sahne bittiginde Charlie seker komasina girip hastaneye kaldirilmis. Bu da ek bilgi olsun.



Aclik sinirini gectikleri halde Charlie insanliktan cikmamaya kararlidir. Kendisini tavuk olarak goren Big Jim'e silahini dogrultamaz ornegin. Bu ilk bolumde insanlarin aclik karsisinda ne tur hallere dusebilecekleri gosterilmekte.

Daha sonra kar firtinasi biter ve Charlie sehir merkezindeki bir bara gider. Bu barda bir kiza asik olur. Kiz zengindir ve pesinde baska erkekler de vardir. Kiz sirf eglenmek amaciyla Charlie ile dans eder, daha sonra Charlie'ye yeniyila birlikte gireceklerine dair soz verir. Charlie'nin hic parasi yoktur, bu yuzden kurekle kar temizleyip bir miktar para kazanir. Bu parayla kiz icin yeniyil yemegi hazirlar ve ona hediye alir. Sonra kizi beklemeye baslar. Beklerken masanin basinda uykuya dalar ve ruyasinda su unlu ekmek dansini yapar. Cok eglenceli bir dans.



Kiz oysaki Charlie'ye verdigi sozu unutmustur, bir partide eglenmektedir. Charlie'yi uykusundan yeni yil canlari uyandirir. Charlie uzgundur. Tum izleyiciler Charlie'ye acimistir herhalde bu sahnede. Film sonuna dogru Charlie ve Big Jim tesadufen bir hazine bulurlar, zengin olurlar, ve gemiyle Alaska'dan ayrilirlar. Ayni gemiye kiz da binmistir tesadufen. Charlie sevdigine kavusur. Film mutlu bir sekilde biter. Amerikan ruyasi gercek olmustur Charlie icin.

Filmin baska bir unutulmaz sahnesi, Charlie ve Big Jim'in kulubelerinin bir ucurum kenarina suruklenmesi ve burada yarisi boslukta kalacak sekilde dengede kalmasi ve bu sekildeki bir kulubeden kurtulma cabalari. Ne yazik ki bu sahneyi bulamadim youtube'den.


Sonuc: Her ne kadar naif bir oykusu de olsa insanin aklinda kalan bir film. Izlerken hem egleniyor, hem dusunuyor. Charlie'nin yetenekli bir oyuncu ve yonetmen oldugunu bir kez daha anliyorsunuz.

Gunesin alevden saclari


Fotografima Dogan Canku eslik etsin..

american beauty

Bundan tam 7 bucuk yil once Ankara'da Buyulu Fener sinemasinin Turkan Soray salonunda izlemistim bu filmi. Bu kadar ayrintili hatirlamamin sebebini yazmayayim buraya:) Tabii o zamanlar genctim ve ABD'de hayat tarzindan bihaberdim. Bu yuzden filmden dogal olarak etkilenmemistim. Neden Oskar aldigini anlayamamistim o zamanlar. Hos hala Oskar odulu verilirken ne tur kriterlere bakildigini bilmiyorum, anlamiyorum. Ama genelde Amerikan vatanseverligini veya Amerikan hayat tarzini ele alan filmlerin avantaji var sanirim. Bir de buyuk firmalarin yaptigi filmler daha cok Oskar aliyor. Bagimsiz filmlerin Oskar alma orani cok dusuk.

Buraya geldim geleli bu filmi tekrar izleme istegi uyandi icimde. Bakalim bu sefer filmi daha iyi anlayabilecek miyim diye merak ettim. Izledim ve cok farkli hissettim gercekten. Bazi zitliklarin veya sorunlarin neden zit veya neden sorun oldugunu insan biraz daha net gorebiliyor. Insanlarin yuzundeki giyinilmis mimiksiz-mutlu ifadelerin altinda ne tur sorunlar yattigini cok daha iyi anliyor. Turkiye'deki ile Amerika'daki insanlar arasindaki temel fark belki de bu. Bizim acilarimiz yuzumuzde, mutsuzluklar, kederler Turk insaninin yuzunden kolaylikla okunuyor. Ama disaridan beyaz Amerikalilarin sorunlarini anlamak pek kolay degil. Yuzlerinde hep ayni ifade ile utopik bir ulkede yasiyorlarmis gibi. Imajlari cok saglam paketlenmis. Insandan cok vitrin mankenlerini andiriyorlar. Yaslanma nedir bilmiyorlar. Hep genc gorunme cabasi. Kucuk bir yuz kirisikligina tahammul yok utopik mutlular ulkesinde. Bu sadece distan gorunus. Sonra bir sekilde insanlari tanimaya, sohbet etmeye baslayinca cok farkli acilarla, kayiplarla, aldatmalarla, escinsellikle, guvensizlikle karsilasiyorsunuz. Bu sorunlar cogu zaman uyusturucu ile (filmdeki koca rolunde izledigimiz gibi) veya yapay iyilestirme methodlari ile(kadinin dinledigi "sen kurban degilsin, gucsuz degilsin" kasetleri gibi, veya silah kullanarak guc ve guven kazanma gibi veya "davul calarak sorunlarinizda arinin" gibi kurslarla) bastirilmaya calisiliyor.Onlarin da sorunlari oldugunu anlamaya basladiginiz zaman, vitrin mankenleri insanlasiyor gozunuzde. Asagida filmin anne rolundeki Annette Bening'in filmden su karesi, sozcuklerle anlatmak istedigim mutlu yuz ifadesini daha iyi anlatiyor sanirim.


Su fotograf da bizim gazeteyi actigimda gordugum beyaz-Amerikali insan yuzleri. (Demek istedigimi daha da pekistirmek icin)


Filme donecek olursam, filmdeki oyunculuklar cok iyiydi, Kevin Spacey deyince orada durmak lazim zaten, ama tabii ki herkesin favorisi ve benim de favorim psycho rolundeki Wes Bentley idi. Filmdeki isik kullanimi, renklerin kullanimi, muzikler, sahnelerin siyah-beyaz-gri donusumleri, yakin cekimlerdeki basari, unutulmaz replikler, hepsi, butunuyle cok guzeldi.

Biraz da elestireyim filmi. Bir uyusturucu saticisinin bu kadar temiz sartlarda calismasi, steril bir hayat surmesi, arkasinda ve cevresinde birileri olmadan bu kadar ozgurce bu kadar para yapmasi sacma geldi bana. Kizin neden babasindan nefret ettigi de bence cok guclu verilmemis. O yaslarda kizlar genelde annelerinin nefret eder ya da otoriter babalarindan. Ama rahat bir babadan olduresiye nefret etmek anlamsiz. Baska bir konuda, kocanin karisini baska bir erkekle gordugu gunun aksami, kadinin kocasina "ben kurban degilim" konusmalari hazirlamasi ve kocasini oldurmeyi dusunmesi de bir baska anlamsiz gelen noktaydi.

Bir de filmin Turkce ismi filmi hic izlemeyen birinin fikriydi sanirim. "Amerikan Guzeli", insani bir kisi uzerine ustune dusunmeye itiyor. Ama filmin ismindeki "beauty" farkli bir anlam tasimakta. Unlu ucan poset sahnesinden sonra cocugun yaptigi konusmada yatmakta sir. Ben nasil cevirirdim bilmiyorum ama Amerkan Guzeli yaniltici bir secim.

Amerikan Beauty filmi denilince ucan poset sahnesi konur youtube'den, degil mi ama.



Bir de filmin sonundaki satirlarin ingilizce versiyonunu koyayim.

"....when there's so much beauty in the world. sometimes i feel like i'm seeing it all at once, and it's too much, my heart fills up like a balloon that's about to burst...and then i remember to relax, and stop trying to hold on to it, and then it flows through me like rain and i can't feel anything but gratitude for every single moment of my stupid little life..."

Sonuc: Filmi tekrar izledikten sonra filmin gozumdeki degeri farklilasti. Imdb'nin en iyi 250 film arasinda neden 35. oldugu biraz daha anlasilir oldu. Mukemmel bir film degil ama uzerine dusundurtturuyor. Benim sevdigim filmler listesine girdi bile.

Sukran Gunu

Bu aralar pek gezme, farkli sehirler gorme firsati bulamiyorum. O yuzden gezi yazilari pek yazamadim. Bu yuzden isin kolayina kacip Amerika'ya ozgu onemli bir gunden bahsedeyim "sirt cantamdan" kosesinde. Gectigimiz persembe gunu Sukran gunu idi burada. Sukran gunu sadece kuzey Amerika'da kutlaniyor. Amaci yaz sonu toplanilan hasat urunleri icin sukretmek. Asagiya balkabagi tarlasindaki hasattan cekmis oldugum bir fotograf var.


1600'lu yillardan beri kutlanmakta Sukran Gunu. Bazilari Amerika'nin kurulusu ile ozdeslestiriyor. Gunumuzde her kasim ayinin 4. persembesi kutlaniyor. Carsamba arefe gibi kabul ediliyor. 5 gunluk bir tatil basliyor herkes icin. Genelde bu tatil aile ile geciriliyor. Persembe gunu, ziyafet seklinde bir yemek hazirlaniyor. Yemekte ne kadar cok kisi olursa o kadar iyi. Yemegin menusu soyle: doldurulmus hindi, yesil fasulye, patates puresi, tatli patetes, cranberry sosu, haslanmis kocanli misir, bu misirin ustune surmek icin tereyag, tereyag ev yapimi ekmegin uzerine de surulebilir tabii. Tatlilar ise balkabagi payi, ceviz(pecan)payi, elma payi, bu paylarin uzerine genelde krem santi konuluyor. Sukran gunu menusu geleneksel Amerika mutfagini gosteriyor. Yemek baslamadan once de geleneksel olarak insanlar nelere sukrettiklerini soyluyorlar. En azindan biz oyle yaptik.



Simdi, biz Turkiyeli Turkler icin baska bir konudan bahsedeyim. Bu ozel gunde burada "turkey" yeniliyor. Eger Sukran gunu yemegine davetliyseniz, hindi'ye neden "Turkey" denildigi sorulmasi muhtemeldir. Hos baska zamanlarda da bu soru cokca sorulmakta. Arastirmalarima gore Ingiliz'ler Turk tuccarlardan bir kus alirlar(muhtemelen culluk) ve buna "turkee cock" adini verirler. Bu isim zamanla "turkey" olur. Sonra da bizim basimizin belasi. Ama bizim hindi'ye neden hindi dedigimizde ilginc. Kusun gercek orijini Amerika. Amerika, ilk basta new India olarak adlandirilmis. O yuzden bu yeni kitadan gelen bu kusa bazi ulkeler(Almanya, Italya, Fransa, Osmanlı Imp.) Hint kusu adini vermis. Keske su kus ismini bir ulkeden almasaymis. Bir isim uydursalarmis zamaninda.

Tekrar Sukran gunune doneyim. Sukran gununden bir gun sonra yani cuma gunu Amerika'da bir alisveris cilginligi yasaniyor. Bu cuma gunune Kara Cuma(Black Friday) da denilmekte. Bazi insanlar o gece hic uyumadan alisveris merkezlerinin onunde siraya giriyor. Sukran gununden once hangi urunlerde ne kadar indirim oldugunu dukkanlar acikliyor. Cuma sabahi 4'te sabahin korunde dukkanlar aciliyor. Insanlar dukkanlara hucuuum edip bu urunleri kapisiyor. Hala bir mantik bulabilmis degilim bu alisveris cilginliginda.



Sonuc: Sukran gunu Turkiye'de sanildigi gibi dini bir kutlama degil. Cunku ben Turkiye'de oyle saniyordum. Bir de sukurler olsun 5 gunluk tatil bitiyor. Burada uzun tatilleri hic cekemiyorum. Ozellikle bir yerlere gidemediysem.

sonbahara ovgu

Yasadigim sehrin en guzel yani agaclari, ilk-baharda yeseren, son-baharda kizillasan-sararan yapraklari sehre bir hava katiyor. Bu sehirden ayrildigimda en cok agaclarini hatirlayacagim sanirim.

Her neyse maalesef fotograf makinemi kirdigim icin bu sonbahar buranin renklerini cekemedim. Anahtar sayimi bir artirdigimdan(artik arabam var, yehu) da bu aralar yeni makineyi butcem desteklemiyor. Renk renk yapraklari, agaclari beynime ve bilincaltima kaziyorum o yuzden. Ilerde belki ruyalarimda gorurum bu renkleri. Bir de gecen sene geldigimde oyle cok yaprak ve agac fotografi cekmistim ki, fotograf cekememem iyi oldu diye dusunuyorum bir yandan. Gecen sene cektigim agaclardan, yapraklardan ornekler....

Curume

Zitlik

Sonhabar geometriyi sever:)

Dokulen yapraklarina agit yakan agac:)

Gurbet



Buhar Son fotografta bir arabanin ustune dusen iki yapraga bulut yansimasi eslik etmekte.


Bu fotograflara uyumlu bir siir koyayim Can Yucel'den..

Yaprak Dokumu
Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar
Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar

Mevsim dönüp de yeniden yeşermeye başlayınca rüzgâr
Çıplağında o atın yine onlar koşacaklar
O çocuklar
O yapraklar
O şarabî eşkiyalar

Onlar da olmasalar benim gayrı kimim var?

Paris, je t'aime

Bugun tesadufen Paris je t'aime filmini izledim. Cok fazla bigi edinmeden oylesine gitmistim sinemaya. Tam bir surpriz oldu bana. Cunku kisa filmlerden olusuyordu. Ankara'daki film festivallerinin en cok kisa film bolumlerini seven benim icin tam bir festival oldu. Bir de Avrupa havasini solumus olduk.

Film'de tam 20 kisa film var. Filmler bircok unlu yonetmen tarafindan cekilmis, yonetmenlerden ornek verecek olursak Coen kardesler, Jean-Luc Godard, tom Tykwer, etc.. Bircok unlu yuzu gormek de mumkun kisa filmlerde. Filmlerin birbiriyle ilgisi yok. Her oyku birbirinden farkli. Biraz Paris'in kozmopolit yapisini gostermekte. Biraz Paris'e giden turistlerin neden Paris'ten etkilendiklerini gostermekte. Paris'in unlu sokaklarina, gorulmesi gereken yerler listesine bir kisa film sıkıstırılmıs gibi.

Yonetmenlerin ve oyuncularin yarisi Amerika kokenli oldugu icin yine de tam bir Avrupa filmi izlemis gibi hissetmiyor insan. Filmin dili Ingilizce ve Fransizca agirlikli.

Filmlerde cogu zaman kadin-erkek arasi iliskiler gosterilmekte. Fakat farkli perspektiflerden. Kadin-erkek iliskisinin yani sira aile iliskileri de ele alinmis. Mesela Juliette Binnoche bir anne rolunde bir filmde. Nick Nolte bir baba rolunde baska bir filmde.

Ben filmden sevdigim birkac kisa filmi buraya koyayim.

Ilk once Paris'te turist olmayi cok guzel anlatan bir Coen kardesler filmi gelsin.

Tuileries


Sonra bir iliskinin dongusunu cok guzel anlatan "Fauborg Saint-Denis" gelsin. Bu filmi daha once de izlemistim. Bir ara tek basina unlu olmustu sanirim.



Bu filmin ayrilik temali telefon konusmasi bir ara cok unlu olmustu.
"there are times when life calls out for a change. a transition. like the seasons. our spring was wonderful, but summer is over now and we missed out on autumn. and now all of a sudden, it's cold, so cold that everything is freezing over. our love fell asleep, and the snow took it by surprise. but if you fall asleep in the snow, you don't feel death coming. take care"

Baska bir filmde de iki pandomimcinin aski anlatilmakta.

Tour Eiffel


En iyi ask oykusu ise kesinlikle su kisacik filmdi. En iyi askti cunku platonikti, baslamadan bitti.

Place des Fetes


En sondaki filmde bir Amerikali Paris'e gider. Nedenini bilmiyorum ama en cok etkileyen film bu oldu beni. Kadin duygulari cok guzel ifade etmis.



Sonuc: Kisa filmleri seviyorsaniz, hepsini bir hamlede izleyebileceginiz bir film.

bir konserden

Yas ortalamasi 75 olan Dave Brubeck dortlusunden muthis bir jazz performansi dinledim. Gercekten superlerdi. Amerika'da yasadigimi hissettirdiler sagolsunlar. Ozellikle drum ve saksafon sololor mushisti.

En taninmis parcalarindan biriyle konseri bitirdiler. Ben de o parcayi paylasayim burada. Dave Brubeck Quartet'ten "Take Five" ...

bir sergiden

Kasim ayina bir fotograf sergisiyle baslayalim. Gecenlerde gittigim bir galerinin duvarinda Paul Coponigro'nun su fotografini gordum, begendim, blogumda yer verymeye karar verdim.

Ismi : Running White Deers. Hareketi cok iyi yakalamis fotografci. Siyah beyaz zitligi da cok hos olmus bence.



Bir diger fotografi ise:

Sanirim icinde su, yansima ve agaclar olan binlerce fotograf gormusumdur. Cok orijinal bir tema olmasa da her bir yansima fotografi ayri bir tad veriyor bana.

Fotograflarin buyuk boylari gercekten hostu. Maalesef ben cok kucuk boyutlu bulabildim internette. Bugunluk boyle idare edecegiz.

Havuz Basi- Sait Faik

Yasini almis bir adamın yirmi yasindaki cocuk kederlerini, sevinclerini yasamasi ne demektir, diye dusunuorum: Belki bir, gec olma hadisesi. Belki de bir cesit hazlari, kederleri, cocukluklari uzatma temayulu. Ama bu uzayan yaz, kisin gelmeyecegine alamet degil. Kis muthis olacak, kar yollari kapayacak, bembeyaz ovada oluluk uzayip gidecek…

the tin drum

Trt2'nin sinema kusagindan cikmis benim evime gelmis bir film gibiydi "teneke trampet". Film Günther Grass'in ayni adli kitabindan 1979 yilinda perdeye aktarilmis. Yayinlandigi yil yabanci dalda oscari almis. Bunun yani sira Cannes ve Cesar'dan da eli bos donmemis. (Atilla Dorsay gibi konusmaya basladim.)

2. dunya savasinin Almanya'sinda gecmekte film. Boyle oldugunu okuyunca yine bir yahudi-nazi filmi mi acaba diye dusundum. Ama savasla cok fazla ilgisi yok filmin. dolayli yollardan savasa deginiyor. O yillarda dogan bir cocugun yasaminin ilk 20 yilini gosteriyor film. Cocuk enteresan biri. Filme cok yakismis. Iste fotosu:


3 yasinda annesi tarafindan hediye edilen teneke trampeti 20 yasina kadar boynundan cikarmiyor. 3 yasindaki dogum gununde kendi kendine buyumeme karari aliyor, buyuklerin cirkin dunyasinda yer almamak icin ve buyumuyor daha sonra. Yani filmin kahramani cuce ve ismi Oskar. Oskar her zaman yaninda trampetini tasiyor ve yerli yersiz her an trampetini calmaya basliyor. Biraz kendini ifade etme yolu. Bazen kizgin oldugunda, bazen mutlu oldugunda, bazen de oylesine calmakta. Susturmaya calisanlar olursa bu sefer bagirmaya basliyor. Cok tiz ve guclu bir sesi var Oskar'in. Bu ses cevresindeki tum camlari kirmaya yetiyor. Bu yetenegini kesfettikten sonra Oskar'i durdurmak mumkun olmuyor. Once tramptetini calmaya basliyor sonra bir de ciglik atip camlari kiriyor.

Oskar'in ilginc bir aile hayati var. Annesi guzel, babasi biraz yasli. Babasi taze yilan baligi satan bir dukkan isletiyor. Bir sahnede bu yilan baliklarin avlanilmasi gozlenmekte. Gorsel ogleri guclu bir sahne. Sanirim filmin en hatirlanasi sahnelerinden. Izlemek icin guclu bir mide gerekmekte.





Annesi kocasini yillardir kuzeniyle aldatmakta. Yukaridaki videoda kuzen kadinin yaninda, koca balikcinin yaninda. Koca da buna goz yummakta. Hatta Oskar'in biyolojik babasi muhtemelen bu annesinin kuzeni. Kadin yasak ask yasiyor ve zamanla kendini cok suclu hissediyor. Yukaridaki sahneden sonra bir daha yilan baligi yemem diyen kadin kendini cezalandirmak icin baligi yemege basliyor. Ozellike kuzeniyle olan her iliskisinden sonra balik yiyor. Bir sure sonra cig balik yemeye basliyor, devamli, hic durmadan balik yiyor ve kendini olduruyor. Oskar'a gore cok balik yedigi icin oluyor. Annesi oldugunde Oskar 14 yasinda. Ama Oskar hala 3 yasindaki gibi.

Oskar'in hayatini gittikleri bir sirk etkiliyor. Sirkte cuceler gosteri yapmkata. Bu cucelerden biri 53 yasinda ve cam bardaklarla bir gosteri yapıyor. Oskar sovdan cok etkileniyor ve bu cam bardak gosterisini yapan cuce ile tanisiyor. Sonra savas zamani da bu gruba katilip Alman askerleri eglendirmeye basliyor. Oskar'in sovdaki gorevi trampet calip cam bardak kirmak. Ilk sirkteki cam bardaklardan cikan muzik cok hosuma gitti.


Oskar'in annesinin olumunden sonra onlara yardim etmek icin 16 yasinda bir kiz geliyor. Bu kiz'la Oskar o zamanlar ayni yasta. Ama Oskar 3 yasinda gibi gozukmekte hala. Bu kiz Oskar'in ilk aski. Birlikte plaja gidip ayni kabinde ustlerini degistiriyorlar. Bu sahne de unlu bir sahne. Cunku filmi "cocuk pornosu" kategorisine sokmakta. Oskar'i oynayan kisi aslinda cocuk oldugu icin bu filmi izlemek bile Oklohama'da sucmus.Bu da ek bilgi olsun.

Filmde Oskar'a dokunan ölüyor. Lanetli biri gibi. Bu yuzden Oskar kendini suclu hissediyor bazen. Ilk olarak annesi, sonra annesinin kuzeni, sonra sirkte asik oldugu kiz arkadasi, ve son olarak da babasi. Babasi öldüğünde Oskar 20 yasinda. Babasini gomerlerken Oskar teneke trampetini babasinin mezarina atiyor, boylece buyumeye karar veriyor, bir donem bitiyor onun icin.

Film bir aile draminin cevresinde 20 yilda Almanya'nin nasil degistigini gosteriyor. Biraz belgesel bir tad da var. Savas sirasindaki onemli olaylar da filmde yerini buluyor. Ama cogu sahne Oskar'in cocuk gozlerinden yansitiliyor. Bir cucenin gozunde dis cevrenin devligi gosterilmeye calisiliyor. Cok farkli, sahsina munhasir bir film.

Satie

Bugunku muzik dersimizde Satie'nin Gnossiennes adli eserinin Lent bolumunu dinliyoruz:)




Iyi dinlemeler

gece muzigi

Ruhumun dinlenmeye ihtiyaci oldugu zamanlar Chopin'in nocturnelerini dinliyorum. Idil Biret'in piyanoda oldugu bir album var: "Chill with Chopin" adli. Eger okulunuz naxos-library'i destekliyorsa bedava stream edebiliyorsunuz. Ama sadece windows media player'i desteklediginden linux'da dinleyemiyorsunuz.

Biraz once tekrar bu albumu dinliyordum. En sevdigim nocturne'u paylasayim dedim. Idil Biret'ten bulamadim. Ama bu versiyon da fena degil.

Eser Adi: Nocturne in B flat minor, Op. 9, No. 1



Iki gundur devam eden yagmur icin de baska bir eser koyayim: "Prelude in D flat major, Op. 28, No. 15, Raindrop" Horowitz yorumuyla sunuyorum bu eseri.

the sisterhood of the travelling pants

Bu aralar biraz hafif filmler izlemeye karar verdim. Karamsar olmayan, insani hafif gulumseten filmler izleyecegim bir sure. Bu kararimda kutuphanede izlenecek film kalmamasinin buyuk rolu var. Sanirim bir sure boyle devam edip, yeni yildan itibaren netflix'e veya blockbuster'a uye olup izlenecek filmler listemi bitirmeye calisacagim.

Her neyse filmden bahsedeyim. Filmde bir kot pantolan 4 kiz arkadasa da mucizevi bir sekilde oluyor. Onlar da bu pantolani alip, bir hafta biri, diger hafta oburu giymek suretiyle alip bu kural uzerinden bir bacilik yaratirlar. Sisterhood'a bacilik diyorum ben:) Her neyse bu kotu lise 2 sinifin tatil oncesi alirlar. O yaz da hepsi farkli bir yere gider. Bu yuzden pantolan farkli yerleri gezer. Her baci pantolan ustundeyken yasadigi garip olayi digerlerine aktarmakla sorumlu. Film bir Amerika'da en cok satanlar listesini uzun sure isgal eden bir kitaptan filme uyarlanmis.

Filmde Gilmore Kizlarinin Rory'si oynamakta. Zaten bende onun yuzunden aldim filmi. Cok hayal kirikligina da ugramadim, zaten pek hayallerim de yoktu film uzerine.
Filmde en cok Yunanistan kismini sevdim. Santorini adasinda cekmisler. Santorini bizim Bodrum'a cok yakin. O yuzden denizin renginden, evlerin yapisina kadar hersey cok tanidik geliyor. Insan memleketini ozluyor. Anilar gozunun onune geliyor.
Birkac fotograf koyayim Santorini'den.




Filme tekrar doneyim. Filmde kizlarimizdan biri Santorini'de asik olur ve ask ona bir degisim yasatir. Baska bir kiz losemili bir cocukla tanisir ve onunla birlikte o da bir degisim yasar. Hayatta gercek acilarin oldugunu kavrar. Baska bir kizin annesi olmustur ve icinde hep bir bosluk vardir. Pantolonu giydigi donem bekaretini kaybetme donemine denk gelir ve o da bir donusum yasar. Son kizimiz da cocuklugunda annesini terkeden babasinin yaninda kalir o donem ve babasinin nasil farkli biri oldugunu kesfeder. Filmde hayat pek toz pembe gozukmez. Kizlarimiz bu gercekleri gorup degisirler, buyurler. Tabii ki sadece pantolan bir simgedir.

Filmde kizlarimizdan biri kaybeden(loser)'lerle ilgili bir belgesel cevirmekte. Cekilen belgesel'i ek olarak dvd'ye koymuslar. Hos bir belgesel olmus. Ozellikle Brian kismi ve limonata satan cocuklarla ilgili kisim.

Not: Youtube'de filmin tamami bulunabilir.

Sonuc: Oylesine rahatlamak istiyorsaniz izleyebileceginiz bir film.

sitar tabla konusmalari

Haftasonu bir adet Klasik Hint Muzigi konserine gitmis bulunmaktayim. Boylece hayatimda ilk kez canli olarak sitar ve tabla dinlemis oldum. Sitari Ravi Shankar'in eski bir ogrencisi caldi. Sitarin sesi azicik tiz geldi bana. Tablayla birlesince dinlemesi daha zevkli oluyor. Konserde iki parca calindi, herbiri bir saat surdu. Once cokyavas bir girizgah oluyor sitar tarafindan, daha sonra tabla da isin icine giriyor, daha hizlaniyor muzik, genelde emprovize ilerliyor konserin bundan sonraki bolumu. Bu yuzden o anda dinlediginiz muzik bir daha dinleme imkaniniz yok. Bir kez icra ediliyor. Genelde hindu tapinaklarinda calinan bir muzik, bu yuzden kutsal yanlari da var.
Ben canli performanstan cok zevk aldim.

Sitarist konser sirasinda tablayla sitarin nasil konustugundan bahsetti. Sanirim bu bolum bu tur konserlerin standart bir parcasi. Nitekim Ravi Shankar ve Alla Rakha ayni seyi su konserde yapmis.



Yukaridaki videoda sadece tabla calinmakta. Bu arada Norah Jones burnunu tamamiyle Ravi Shankar'dan almis. Bu da magazin yorumum olsun.

Asagidaki videoda ise Sitar daha baskin.



Bir de benim hosuma giden kucuk bir tabla sov koymak istiyorum.

bir bilim adaminin romani

Doktora programinda olup da motive eksikligi sikintisi ceken ben, careyi "bir bilim adaminin romanini" okumakta ariyorum. Kitabin motive anlaminda pek faydasi dokunmadi maalesef. Ama kitaptan cok sey ogrendim diyebilirim. Kitap Mustafa Inan'i Oguz Atay'in agzindan anlatiyor. Oguz Atay, Mustafa Inan'in ogrencilerinden biri. Kitap biraz da Tubitak'in ve Cahit Arf'in onculugunde insanlara bilim aski vermek icin hazirlanmis. Kitabin dili ve kurgusu oldukca basit. Ortaokul ve lise ogrencilerine yonelik yazilmis gibi duruyor. Oguz Atay'in bir kitabini okuyormus gibi hissetmedim kendimi. Ozellikle Tutunamayanlar'i okuyan birisi olarak bu kitabin yazarini hic taniyamadim. Bu kitap bir biyografi ve beklentileri ona gore ayarlamak gerek belki.

Kitabin kahramani Mustafa Inan dogustan hoca, ogretmeyi seviyor. Dogrusu bilim adamindan ziyade cok iyi bir ogretici demek daha dogru olur Mustafa Inan'a. Topluma olan gorevini daha cok insanlara birseyler ogreterek tamamliyor. Muthis bir zekasi ve matematik yetenegi var. Bunun yaninda edebiyata, sanata, dile, farkli dinlere ve kulturlere ilgisi var. Dusunmeyi, merak etmeyi seviyor. Bunun yaninda sosyal bir yaratik, tum toplantilarin vazgecilmez elemani, konusmalari herkes tarafindan ilgi ile dinleniyor. Kitapta onun Adana sivesi ile yaptigi tatli sohbetleri, verdigi konusmalari o kadar cok ovuluyor ki, keske birileri bir konusmasini kaydetseymis de simdi youtube'dan dinleme-izleme sansimiz olsaymis diye dusunmekten kendimi alamadim.


Mustafa Inan Turkce'de kullanilan kelimelerin nereden geldigini arastirmis. Birkac tanesini buraya koyayim.
"-Sandvic: 18. yuzyilda yasayan Earl of Sandvic, kumarbazin biriydi. Kumara oylesine duskundu ki, yemek yemege oturacak vakit bulamiyordu. Bir yandan kumar oynuyor bir yandan da ekmek dilimlerinin arasina koydurdugu sogus etleri yiyordu.
-Boykot: Ilk boykot, Irlandali arazi sahibi Mister Boycott'a karsi 1880'de yapilmis.
-Nikotin: Mosyo Nicot tutunu Fransa'ya getirerek nikotin denilen zehiri basimiza bela etmis.
........ " Sayfa 166

Bir de Mustafa Inan'dan birkac ozlu soz akatarayim:
"Cocuklarimiza durmadan tekrarliyoruz: muhakkak yabancı dil ogren! "Dusunmeyi ogren!" derseniz bir hakaret oluyor. Dusunmeyi ogrenmek de, herhalde yalniz dusunmenin kanunlarini bilmek degildir. Belirli problemleri cozebilmek icin elbette belirli bilgileri ogrenmek gereklidir; fakat bence onemli olan, asil gucluk, problemleri kurmaktir. Cogumuz problemleri yanlis kurdugumuz icin, daha bastan cozumsuzlukle karsilasiriz."


Sonuc:
Ozellikle akademik hayati planliyan ya da kendini muhendis hisseden herkesin zevkle okuyabilecegi bir kitap.

washington dc ve muzeler

Gecen hafta sonu okuldaki donem arasi tatilini firsat bilerek Washington DC'ye gittim. Yapay bir turizm baskentini gormus oldum boylece. Birkac anit, beyaz saray, ve capitol binasinin onunde binlerce fotograf cektiren Cinli, Japon, Amerikan gormus oldum. Boyle binalar ve heykeller onunde saatlerce fotograf cektiren bir tip olmadigimdan muzelere sigindim. Muzeler olmasa gittigime gercekten uzulurdum.

Turkiye'de ki olu muze kavrami ile ABD'de ki yasayan muze kavramini ayird etmek gerek. Turkiye'de muzeler bilmem kac yil once duzenlenmis ve cogu duzenlendigi gibi kalmis. Ama burada muzeler yasiyor, her donem degisen sergiler oluyor muzelerde ve ayni muzeye insan bile isteye birden fazla kez gidebiliyor. Icinde saatlerce gezebiliyor, gezerken ogreniyor, ogrenirken egleniyor. Hem cocuklar hem buyukler icin eglenceli.

Washington DC'deki en onemli muzeler Smithsonian alanina yayilmis bulunmakta. Boylece bir muzeden cikip digerine gidebiliyorsunuz. Muzelerin en guzel yani bedava olmalari:) Her muzenin icinde yemek yenilecek bir kafe ve eserlerin minyaturlerinin satildigi kocaman bir muze magazasi var. Muzeler tarih, sanat, doga ve teknoloji agirlikli.

Sanirim benim DC'de gorup, gezip, eglenip, icinden cikmak istemedigim muze "Natural History" oldu. Binlerce fosilin yaninda elmaslar, inciler, degerli madenler, binlerce fakli tas kesitleri, bocekler, kelebekler, piramidlerden cikarilan kedi, kopek, boga mumyalari, ve binlerce unuttugum parca vardi. Bunun yaninda kapisinda ciddi bir kuyruk olan IMAX sinemasi ve Nature's best photography yarismasinda sergilenen doga fotograflari. Sirf bu muze icin bile gittigime degdi diyebilirim. Bir kadin olarak tabii ki aklimda en cok kalan sey elmas-yakut-zumrut-lerden olusan taki setleri oldu. Bu degerli taslara suradan bakabilirsiniz.

Fotograf sergisinden de bir fotograf koyayim. Cevresel sorunlar dalinda odul kazanmis.



Bunun yaninda "National Galery of Art" muzesi de benim icin ayricalikli sanirim. Bu muzede de kalici sergilerin yaninda donemsel sergiler var. Kalici segiler arasinda Van Gogh, Leonarda da Vinci, Gaugin, Monet gibi unlu ressamlardan resimler vardi. Muzeye gitmeden once bu ressamlarin tablolarini gorecegim icin heyecanliydim ama muzeyi gezerken nedense cok heyecanlanmadim. Ozellikle 18. yuzyil oncesi eserler hic bana gore degil. Hep birini oturtup portresini yapmislar ya da meyve-sebze naturmortleri bol bol. Iııgghhh. Unlu ressamlarin da cok bildigim tablolari vardi. Zaten biliyorum modunda cok incelemeden gecip gittim. 18. yuzyildan sonra eserler hafif modernlesti de biraz tad almaya basladim. Benim evimin duvarinda da asili olan John Singer Sargent'in "Vendedikte bir cadde" eserinin gercegini gormek birazcik simartti sanirim beni. Iste o tablo:


National Galery of Art'ta gecici olara J.M.W. Turner ve Edward Hopper'in sergileri vardi. Turner'in resimleri cok ihtisamli. Genelde bir parlak bolge var ve on cephede yuzlerce minik insan savasiyor birseylerle. Gerceklerinin boyutlari cok buyuk, o yuzden tablolardaki tum ayrintilar gozukuyor. Ben "The Devil's Bridge" adli resmi sevdim.


Edward Hopper'in ise su iki resmini sevdim. Edward Hopper'in daha modern cizgileri var.






Son olarak da Hirshhorn museum'dan bahsedeyim. Bu muze modern sanatlar muzesi ve DC'deki muzeler arasinda en az seyircisi olan muze. Ama benim en cok sevdigim muzelerden biri oldu. Eserlerden biri, Fischli ve Weiss tarafindan tasarlanip cekilen "The way things go" adli video. Yarim saat suruyor normalde. Muzenin kalici eserlerinden biri. Aslinda daha once gormustum ama yine de cok zevk aldim izlerken. Not: Honda'nin reklamindan 20 yil oncesinde tasarlanip cekilmis bir video.

bir fotograf sergisinden

Bu aralar cok yazamiyorum, ev tasima olayi biraz zamanimi aldi. Siyahi bir mahalleden kahverengi(Hintliler) bir mahalleye tasindim. Aslinda bizim okulun ogrencilerinin yasadigi bir site. Ama cogunluk uluslararasi ogrencilerden olusmakta. Ozellikle bolca Hintli gormekteyim hergun. Yeni evimde bedava internet baglantim yok artik. Bu yuzden aksamlari evden guncelledigim blogumu cok fazla guncelleyemecegim sanirim. Bir sure eve internet baglatmamayi dusunuyorum. Tum aksamlarim internette geciyordu. Evimden gecen sene tv'yi cikarmistim, bu sene de interneti. Bakalim dayanabilecek miyim? Bakalim internetsizlik doktora calismalarimi hizlandiracak mi? Gorecegiz.

Tasinmanin yaninda birkac sergi gordum gecen haftalarda. Tabii ki fotograf sergileri. Sergilerden begendigim birkac fotografi paylasayim.

Ilk fotograf Howard Schatz'dan. Portfolyasi epey genis. Fikirlerinden bazilari eskimis olabilir ama yine de cok profosyonel calismis. Hoslandigim bir hareket fotografini koyayim. Su alti fotograflari ve hareket fotografari benim favorilerim oldu.

Ayni sergiden baska bir fotografci da James Nachtwey idi. James Nachtwey Times icin calisan bir savas fotografcisi. Asagidaki fotograf Irakta Muharrem ayinin 10. gunu dua eden kadinlardan. Ozellikle acik el cok sey katmis fotografa.


Baska bir fotografci da John Wimberley. Cok hos siyah-beyaz fotograflari var. Web sitesinde land-scape fotograflarini da begendim ben. Sergi kapagindaki fotograf su idi:



Bugunluk bu kadar yazayim. Biraz acelem var da.

Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus

Neredeyse iki aydir izledigim filmler arasinda, en cok hosuma giden film bu oldu. Kutuphaneden hicbir beklentim ve ön bilgim olmadan aldim. Izlemeye basladigimda amma garip bir film dedim. Daha sonra film garip insanlarla doldu ve garip bir sekilde bitti. Film cokca gercek ama birazcik da fantastik ogeler icermekte. Filmde anlatilanlarin ne kadar gercek oldugunu kestiremedim. Sonra ne kadari gercek,ne kadari fantezi sorgulamamaya karar verdim.

Filmde daha once adini duymadigim bir Amerikali fotografcinin- Diane Arbus'un hayatindan bir kesit anlatilmakta. Diane Arbus 1959 yilindan sonra sanatsal fotograflar cekmeye baslamis. Daha cok toplum tarafindan kabul edilmeyen insanlarin portre fotograflari uzerine calismis. Bu kabul edilmemenin sebebi fiziksel bir kusur ve ya cinsiyet tercihi olabilir. Devlerin, cucelerin, sakatlarin, escinsellerin fotograflarini cekmis. Cogu insanin girmeye cesaret edemedigi, cekindigi, garipsedigi yerlere istekle girmis, fotograflar cekmis. Ornegin ciplaklar kampi ve ya morga girip fotograflar ceken biri. Ornek bir fotografi asagida.

Benim hoslandigim baska bir fotograf da su:


Film Diane Arbus'un fotografcilik yillarindan onceki hayatiyla ilgili. Tam olarak kendi tarzindan fotograf cekmeye karar verme donemi. O zamanlar Diane Arbus evli ve iki cocuk annesi bir kadindir, ailesi zengindir ve Diane iyi bir cevrede yasamaktadir. Esi moda fotografcisidir. Diane esine asistanlik yapmaktadir. Genelde bu asistanlik ayak islerinden olusmakta. Diane 14 yasindayken kocasi ile tanismis ve 18 yasinda evlenmis. Kocasi hala Diane'ye asik. Disaridan hersey mukemmel gorunse de Diane'nin icinde firtinalar kopmaktadir. Kendini her zaman garip gormustur. Garip seylere ilgi duymustur. Filmde bu gariplikleri gostermek icin cocukluguna flashback yapilmakta. Bir cocukluk anisinda, tek yanagi dogustan mor bir lekeyle kapli bir cocuk gormus ve o lekeye dokunmak icin muthis bir istek duymus. Baska bir anisinda, olu bir insanin yuzunu incelerken annesi tarafindan gozleri kapatilmis. Toplumun hazirladigi bakilacak ve bakilmayacaklar listesinde o hep bakilmayacaklar listesine ilgi duymus. Neyse Diane 35 yasindayken bir cesit kimlik bunalimi yasamakta. Baskalarina gosterdigi Diane ve kendi icindeki Diane. Tam bu sorunlarla yuzlesirken apartmana gizemli biri tasiniyor. Her zaman maskeler giyen, vucudunda sadece gozlerini ve agzini gosteriyor. Gizemli bir sesi var. Diane tabii cok muthis bir ilgi duyuyor yeni gelen bu farkli komsuya karsi ve onun fotografini cekmek icin uyuyamadigi bir gece kapisini caliyor. Adam maskelerle cikiyor Diane'nin karsisina. Diane icten ice korkmaktan buyuk zevk aliyor. Yeni gelen komsunun gostermek istemedigi seyi burada soylemeyecegim. Her neyse bu komsuyla Diane arasinda bir arkadaslik basliyor. Geceler Diane icin farkli bir hal almaya basliyor. Cici yasantisindan siyrilip ucubelerin dunyasina giriyor. Filmin sonunda artik kendini buluyor Diane. Kocasini terk ediyor ve her zaman icinde gizledigi Diane gibi yasamaya basliyor. Fotografcilik kariyeri de bu noktadan sonra basliyor.

Film biterken, Diane portresini cekecegi insana "bana bir sirrini anlat" diyor. Bu bilgiden yola cikarak fotografini cekiyor. Bize de portre fotografciliginda tam da bu ogretilmisti. Birinin ruhuna dokunmadan onun portresini cekemezsiniz. Portre fotografcilarinin en onemli ozelligi, portrelerini cektikleri insanlarla once bir iletisime gecmeleri, daha sonra fotograf cekmeleri. Hic kolay bir ozellik degil.

Youtube'da sadece filmin fragmani var. Onu koyuyorum buraya.



Sonuc: Siradisi karakterleri ve senaryosu olan siradisi bir film. Ben sevdim filmi. Temelde anafikir, "guzel ve cirkin" masalindan pek de farkli degildi. "Nicole Kidman'a karsi Bir Ucube." Maskeler vardi filmde. Bazilari gorunen kusurlari toplumdan saklamaya yarayan gorunen maskeler. Bazilari icimizdeki gercek beni farkli gosteren gorunmeyen maskeler...

waking life

Bu aralar cok tembelim. Kucucuk bir yazi yazmaya bile useniyorum. Usengecligin yani sira kayda deger bir film izlemisligim de yok son zamanlarda. Su anda okudugum kitap da bir bitse de kurtulsam turunden. O yuzden bugun eskiden izledigim ve sevdigim bir filmden bir parca koyayim.



Richard Linklater'in tum filmlerinde oldugu gibi dusunceler havada ucusuyor. Ama bu sefer hersey biraz ucuyor, dalgalaniyor, ayagimizi yere basamiyoruz. Felsefe'ye, dile, tarihe, fizige, biyolojiye, aska atiflar var. Kisaca hayata dair atirfalar. Dusuncelerin ozumsenmesi icin filmi durdurarak izlemekte fayda var. Film bittikten sonra insanin akli azicik daha karisiyor. Yonetmenin dusuncelerine hak vermekle birlikte, icimizden "acaba?" sorusu geciyor.

gurbete kacacagim


kopup yalnizligimdan
kopup sonsuzlugumdan

gurbete kacacagim
gurbete tukenmeye




(Fotografin yeri, zamani=Tuz Golu-2006, Modeli:nurvenur, Fotografcisi: Sevgili bir arkadas-tesekkurler ona)

fotograf tuneli

Sehrimizin sanat muzesi olan Speed Art Meseum'da bu aralar bir fotograf sergisi var. Tarihi fotograflar diyebiliriz adina. Gittim, gordum, bari bir de yazayim dedim. Cok buyuk bir sergi degil, ama daha once gormedigim birkac guzel fotograf gordum. Burada onlari paylasayim. Fotograflari tarih sirasina gore dizdim.

Ilki 1858 tarihli, bir olum yatagindan. Henry Beach Robinson'in tablomsu fotografin adli "Fading Away". Fotograf, veremden dolayi olmek uzere olan bir kizin ailesinin yasadigi aciyi anlatmakta.




Bir baskasi Dorethea Lenga'nin "Migrant Mother" adli fotografi. Fotograf 1936 yillarinda Amerika'nin ekonomik krizi zamaninda gocten baska caresi olmayan 7 cocuklu bir anneyi gostermekte. Fotografta sadece 3 tanesi yaninda. Bakis ve duygu aktarimi cok hos.



Bir baska fotograf Barbara Morgan'dan "Letter to the World(Kick)". 1940 yilinda cekilmis bir foto. Cok estetik bir kare bence.


Harold Edgerton saliselik fotograflariyla unlu. Aslinda Mit'li bir elektrik muhendisi. 1938'de cektigi "Shute" ve 1964'de cektigi "How to Make Applesauce at MIT" adli fotograflari asagida.






Bir baskasi, Lee Friedlander'den "New York City", 1966 yilinda cekilmis. Once onunden gecip gittim, sonra bir daha dondum, baktim, gulumsedim:)


Bir baska fotograf, Jerry Uelsmann'dan "Apocalypse", 1967 yilinda cekilmis. Laf arasinda benim favori fotografim bu oldu sergide. Adi da cok carpici. Uelsman, zannedersem sandvic methodu ile siyah beyaz fotograflari birlestirmis, ama kurgulari hep siradisi, imrendirici.


Bir fotograf sergisinin daha sonuna geldik sevgili izleyenler..