Caykovski

Bu hafta Harvard tip mezunu olan psikiyatrist ve piyanist Richard Kogan'in Caykovski'nin psikoljik durumunu inceleyen bir konusmasina katildim. Richard Kogan, piyano basinda bir konusma verdi. Hem Caykovski'yi anlatti bizlere, hem de Caykovski'nin eserlerini yorumladi. Ilginc bir konusmaydi kesinlikle.

Caykovski omrunun cogunu kronik depresyonda gecirmis. Cok fazla intihar deneyiminde bulunmus. Olumu de her ne kadar kolera diye teshis edilmisse de aslinda arsenik zehirlenmesiymis. Oldugunde 50 yasindaymis ama en az 70 gosteriyormus.


Caykovski'nin ilk bunalimi, 14 yasinda annesini kaybetmesi ile baslamis. Daha sonra konservatuar icin ailesinin yanindan tek basina Moskova'ya gidince cok derin baska bir bunalima girmis. Kardeslerien cok duskunmus. Daha sonra 29 yasinda iken 15 yasindaki bir konservatuar ogrencisine asik olmus. Escinsel bir iliski yasamislar 4 yil boyunca. Bu iliskinin sonunda 19 yasindaki ogrenci kendini oldurmus. Caykovski bu olumden kendini suclamis hep.

Daha sonra escinselligini toplumdan saklamak icin bir kadinla evlenmis. Bu kadin Caykovski'ye anormal asikmis. Caykovski escinsel oldugunu soyledigi halde evlenmeyi kabul etmis. Ama bu evlilik yurumemis. Caykovski kadinin yuzunu gormemek icin neler neler yapmamis. En sonunda gidip Ocak ayinda buzlu bir nehirde saatlerce durmus olmeyi bekleyerek. Direk bir intihara girismemis, cunku ailesinin itibarini zedelemekten korkuyormus. Bu olayi ogrenen karisi, evliliklerinin 9. haftasinda Caykovski'yi terketmis.



Caykovski tekrar mutlu mesut escinselligine donmus. Yine o yil, Caykovski'nin hayatina baska bir kadin girmis. Ama bu Caykovski'nin muzigine hayranmis ve onu karsiliksiz olarak desteklemek istiyormus. Caykovski'nin bu zengin hayrani 14 yil boyunca maddi ve manevi anlamda desteklemis onu. Bu 14 yil boyunca birbirlerini hic gormemisler, kadinin sarti buymus. Ama binlerce uzun mektup yazmislar birbirlerine. 14 yil sonra, kadin birden destegini cekmis Caykovski'den. Caykovski maddi anlamda zaten rahatmis o destegini cektiginde, ama kadin metuplarini tamamen kesmis. Caykovski'nin ruhunu bu platonik iliski o kadar besliyormus, iliski bittiginde acayip cuvallamis Caykovski.

Caykovski 40 yaslarindayken 15 yasindaki erkek yegenine karsi ask duymus kendinden igrenerek. 50 yaslarindayken yine 15 yasindaki bir konservatuar ogrencisiyle iliski yasamis. Caykovski ne kadar yaslanirsa hep 15 yasindaki erkek cocuklardan hoslanmis. Bu iliskiyi ogrenen diger konservatuar hocalari, oturup kendisiyle konusmus, ve yaptiginin cok asagilik birsey oldugunu, kendini yok etmesinin bu dunyaya daha hayirli olacagini soylemisler. Arsenigin oldurme semptomlarinin da o gunlerde cok yaygin olan kolera'ya cok benzestigini ve insanlara bunun intihar degil kolera olarak duyurulacagina garanti vermisler. Olume coktan hazir olan Caykovski, olmeden once son senfonisi olan Pathetique(acinasi)'i bestelemis. Konusmaciya gore bundan guzel bir veda mektubu yazilamazmis.

Ben Caykovski'den kucucuk bir kuple paylasayim. Melodinin guzelligi tartisilmaz sanirim. (Bu arada Caykovski piyano calmayi bilmeyen bir besteciymis, o yuzden piyanistlerin sinirlarini hic dusunmeden piyano eserleri bestelemis, siradisiligi da buradan geliyormus. Bir de orkestra eserlerinde gittikce olgunlasan Caykovski, piyano eserlerinde gittikce kotulesmis. Onun ilk zamanlar besteledigi piyano eserleri, onun en iyi piyano besteleriymis. Hocasi Rubinstein, onun eserlerini begenmese de, o kesinlikle herhangi bir degisiklige gitmemis tarzinda. Bu da muzik bilgisi olsun.)


6. June: Barcarolle - Vladimir Ashkenazy [Piano]
Bir de unlu Finddikiran balesinden su melodiyi paylasayim.


Tchaikovsky - Dance of the Sugar Plum Fairy1.mp3 -

Sonsoz: Aslinda konusmayi dinlerken, hem doktorumuzun piyano performansindan hoslanmis, hem de Caykovski hakkinda birseyler ogrendigimi dusunmustum. Sonra dusundum de, konusmaci bizi Caykovski'nin ozel hayatini rontgenlemeye zorladi resmen. Gunumuzde ne depresyon, ne escinsellik siradisi. Cok da derin psikolojik gozlemler yapmamis Caykovski'nin muzigi karsisinda. Neyse efendim, Caykovski'nin muzigindeki derin huzunun esasisnda depresyon ve yalnizlik yatmaktaymis. Ama her escinsel, her depresyon hastasi Caykovski olamiyor. O yuzden Caykovski'yi takdir etmeye devam edelim diyorum ben.

Los Angeles aka Melekler Sehri

Ben gecen Temmuz'da bir Los Angeles kacamagi yapmistim. Ondan bahsedeyim bugunku gezi yazimda.

Ilk once, cok yorgundum yine bu gezi oncesi. Buradan Kaliforniya'ya gitmek genelde 10 saat suruyor ucak aktarmalari ile ve artik cok isteksizce yapiyorum bu gezileri. Ustune ustluk 3 saatlik bir zaman farki var. Boyle olunca kucuk bir jetlag yasiyorum oradan buraya tekrar dondugumde. Yakinda maalesef yine bir Kaliforniya gezim var ve simdiden kafami hazirliyorum.

(Kaliforniya'ya ucar iken Arizona'daki Grand Kanyon uzerinden geciyoruz, gercekten doga harikasi bir yer. Ucaktan cok etkileyici gozukuyor. )


Los Angeles'e gittigimde soyledigim gibi yorgundum. Hollywood bulvarinda 1 gun gecirdim. Bu bulvarda sadece turistler gorulmekte. Garip tipler var ortalikta, cogu uyusturucu bagimlisi gibi duruyor uzaktan. Biraz sakat bir yer. Oyle ucuzcu Cin isi Hollwood tisortleri satan yerler var. Yani Hollywood da boyle bir caddeymis diyerekten dus kirikliklari ile gezindim, durdum bu caddede. Oskar torenlerinin yapildigi Kodak sinemasina gittim. Baska bir dus kirikligi yasadim. Hollywood bulvari, cok uzun ve kadirimlarinda binlerce yildizin yildizi var bildiginiz uzere. En unluler Kodak sinemasinin yanina yoresine yerlesmis. Oyle 4-5 blok yuruyunce yildizlardaki isimleri tanimiyorsunuz.



Ben gittigimde Micheal Jackson yeni olmustu. Herbir kosede Micheal Jackson tisortu satiliyordu. 2 gunde bir olum ancak bu kadar ticarete dokulurdu ABD'de.



Los Angeles'da yogun bir Meksikali populasyon var. Beyaz ABD'liler azinlikta. Benim sehirde azinlikta olan Meksika'lilar cogu zaman cok saygili ve hicbir zaman onlara onyargi ile yaklasmamisimdir. Ama Los Angeles'ta cogunlukta olan Meksika'lilar sinirlerimi hoplatacak kadar saygisiz ve kabaydi. Sikayet ediyorum yasadigim sehrin kucuklugunden ama kucuk sehirlerde insan kendini gercekten daha huzurlu hissediyor.

Los Angeles'da, Universal'in film studyolarini gezdim. Bu gezimin tek nedeni filmelere olan duskunlugum. Yoksa boyle yapay eglence merkezleri bana gore degil. Studyo'da en cok setleri dolastirdiklari turu begendim. Filmlerde kullanilan yuksek teknoloji ve muhendislik hayranlik uyandiriciydi. Action film severi olmadigim halde, CSI dizilerinin kasli erkekleriyle yapilan bol sulu, atesli, helikopterli canli sovdan da biraz keyif aldim. Bu 4 boyutlu Shrek ne hikayeymis diye merak ederdim. Koltuklar ozel dizayn ve oynayabiliyorlar Shrek'i gosterdikleri salonda. Diyelim Shrek filmde tukuruyor seyircilere dogru, birdenbire yuzunuze su sicratiyorlar onunuzdeki koltugun su haznesinden, iiiyyykkk oluyorsunuz. Baska da hiiiicbir esprisi yok olayin. Bu yapay eglence merkezleri hiiiic benlik degil, birkez daha kanitlamis oldum kendime. Bir kere, her sovun onunde boyle saatlerce bekliyorsunuz, cok yoruluyorsunuz, o kadar para verdiginiz icin de her birseyi yapmak istiyorsunuz, boyle olunca ogleden sonra tam bir yorgunluk abidesine donusuyorsunuz ve kesinlikle hicbirseyden zevk almiyorsunuz. ABD'de ya da dunyanin herhangi bir yerinde, bir daha yapay bir eglence merkezine gidersem de iki olsun diyorum.


Los Angeles'de Hollywood Bulvarinda yururken bir bakkala girdim birseyler almak icin. Bakkalda ABD'de gordugum en ucuz pastirma ve ABD'de hic goremedigim bizim oralara ozgu pastane urunleri vardi. Pastirma'yi soyleyis tarzimdan hemen Turk oldugumu anlayan Ermeni asilli Mike, bana Hollywood bulvari uzerinde bir Ermeni lokantasi tavsiye etti. Kac yildir buradayim, ama orada yedigim yemek kadar guzel bir yemek yedigimi pek hatirlamiyorum. Buralardaki Turk lokantalari cok fazla Orta Dogu yemeklerine kaymis, kebap+humus haricinde birsey onermiyorlar. Ama bu Ermeni lokantasi coook coook basariliydi. Onden getirdikleri lahana salatasi diye birsey de kesfettirdiler bana, bir aydir hergun lahana salatasi yapiyorum. Cok leziz. Bu lokantadan cikip taksiyle kaldigim otele gittim. Taksicide sansima Ermeni cikti. Boylece LA'de yogun bir Ermeni populasyonu oldugunu da ogrenmis oldum. Aintap'ta kokleri olan Yohannas en az bizimkiler kadar merakliydi kadin musterisine karsi. Bana yol boyu sacma sapan sorular sordu. Bunlar kisiseldi genelde. O yuzden sacma diyorum. Oyle Ermeni meselesi falan konusmadik. Ermenistan'dan gelmis, ekonominin iyi oldugu zamanlarda kuyumculuk yapmis, bu aralar sadece taksi soforlugu yapiyormus, cocuklarini geleneksel yetistirmeye calisip Los Angeles'in uyusturucu batagindan uzak tutmaya calisiyormus. 60 dakika suren yol hic bitmeyecek sandim, Johannes'un baskili kisisel sorulari ve kisisel hayati yordu beni.


Hollywood bulvari ve Universal turundaki fiyaskodan sonra, Pasedena'daki yuksek yildizli otelime yerlestim, katildigim konferans karsiliyordu tum masraflari sagolsun. Bir gun once Hollywood bulvarinda kaldigim hostelden sonra guzelim otelden hic cikasim gelmedi. Otelin havuzundan ve jakuzisinden cikip Los Angeles'in plajlarina gitmedim. Iste ben de yorgunluga yenik dusup otelden cikmayan tiplere donusmustum. Neredeydi ayaklarinin alti su toplayana kadar gezen nurvenur??? Aslinda, cok fazla filmde geciyor plajlar, ilginc olabilirdi. Ama kendimde gidip de plajlari goreyim enerjisi bulamadim. Pasedena'nin zengin sokaklarinda azicik turladim. Sonra Los Angeles macerama son verdim.



Son Soz: Los Angeles'de hic melek goremedim. Eger LA'de bir yerlerde melekler varsa, bu sehire biraz daha iyi bakin diyorum onlara. Kaliforniya'nin maddiyat agirlikli, kulturden yoksun, egitimden yoksun kaba insanlarla dolu sehirleri benden uzak olsun. Havalari serin olsa da ben New York-Boston civarinda daha mutlu hissediyorum kendimi. LA'e de umarim bir daha yolum dusmez diyerekten yazimi bitiriyorum.

araf

Herkesler Ask'tan konusurken ben Araf'tan bahsedeyim. Ya da Ingilizce ismiyle 'The Saint of Incipient Insanities' den.



Bu kitabin cok populer oldugu yillari hatirliyorum. Herkesin elinde cikolata kapli bir kitap vardi yine. Ve yine sevenler sevmeyenler kamplasmisti. Nedense o zamanlar cok bir istek duymamistim bu kitabi okumak icin. Bu yaz bir arkadasim ben sevmedim ama belki sen seversin, kendinden birseyler bulabilirsin dedi. Ben de hadi kutuphaneden alip okuyayim dedim.

Herhalde kitabi ciktigi yillarda degil de simdi okumam gerekiyormus. Benim de ulkemi degisitirmem, ABD'ye doktora yapmaya gelmem gerekiyormus. Omer gibi capkin mi capkin bir arkadasimin, Abed gibi sinirli elestirel bir Tunus'lu arkadasimin, Allegre gibi gonullu islerde gonulluce calisan arkadaslarimin, farkli dinleri icigine cicigine kadar arastiran spirutuel arkadaslarimin, Meksika asilli arkadaslarimin, Gail gibi vegan arkadaslarimin, Debra gibi lezbiyen arkadaslarimin, mahallemde bir surgu arabasiyla dolasan neredeyse hergun gordugum evsiz birinin olmasi gerekiyormus. Hatta, Boston'u bile gormus olmam gerekiyormus, T'ye binmem, Huntington Av. uzerinde zaman gecirmem, Boston'da Omer'lerin kaldigi gibi bir evde kalip kucagimda kedi bile sevmem gerekiyormus. Benim bu kitabi simdi okumam gerekiyormus, kendimle ve cevremdekilerle iliskilendirmek icin. Belki 4 yil once Turkce'sini Ankara'da okusaymisim, Odtu'de gecen kisim haricinde, cok da kendimle ve cevremdekilerle iliskilendirmezdim bu kitabi, kurgusunu cok siradan bulabilirdim.

Kitabi Ingilizcesinden okudum efendim ve Elif Safak yuzunden yine ingilizce sozcuklerin anlamlarina bakmak zorunda kaldim. Uzun zamandir sozluk almiyordum elime. Ingilizcesini fazlasiyla kiskandim bu kitabinda. Baba ve Pic'in Ingilizcesinde bu kadar edebiyat yapmamisti, bu kadar farkli kelimeler kullanmamisti. Sadece Ingilizce degil, Ispanyolca ve Arapca bilgisini de konusturmus Elif Safak. Benim gibi, sol beyni sag beynine gore daha iyi calisan, ve Ingilizce'yi bile hala sular seller gibi konusamayan bir muhendisi, bu cok dil bilme ozelligi acayip kiskandiriyor.

Abed'in kendi dilindeki atasozleri ve deyimleri Ingilizce'ye cevirmesi bana kendimi hatirlatti. Ilk yil ozellikle bazi Turkce deyimleri kullanmak isterdim yeri geldiginde. Ingilizcesini bilmezdim. Turkce'de soyle bir soz vardir deyip cevirmeye calisirken de 'o an'i kaybetmis olurdum. Sonra cevirmekten vazgectim, ceviri deyimler hicbir zaman cuk diye oturmuyor yerine. ( "cuk diye oturmak" gelde cevir Ingilizce'ye bakalim :) )


Elif Safak, Amerika'daki farkli hayatlari cok guzel incelemis. Bu kadar farkli insanin icine girdi mi, benzer deneyimleri oldu mu, okuduklarindan mi etkilendi, yoksa arkadaslarinin deneyimlerinden mi yola cikti bilinmez. Ben de cok farkli insanla tanistim burada, ama yemek sorunlari olan kadainlari henuz tanimadim mesela. Sanirim Kadin Haklari konusunda bir merkezde bir sure calistigindan bu kadar farkli kadin profiline eristi. Kitapta da bas kahramanlarimiz erkek olmasina ragmen buram buram bir kadin ruhu tasiyordu kitaptan. Kitaptaki teyzeler ve Allegre'nin yasami da biraz Baba ve Pic'teki teyzeleri hatirlatiyordu.

Elif Safak'i yine Rock, Metal bilgisinden dolayi tebrik ediyorum. Omer'in dinledigi gruplari ve sarkilari cok yerinde kullanmis. Benim muzik tarzim olmadigindan cogu grubu bilmisligim yok. Yalnizca Portishead'in Only You'sunu biliyordum.


Only You - Portishead

Kitabi okuduktan sonra, baskalari ne demis diye bakindim biraz, genelde herkes takintili bir sekilde "neden kitap ingilizce yazilmis"'a takilmis. Ben bu kitabin ozellikle Turkler icin yazildigini dusunmedim. Yazar, farkli gecmislerden gelen insanlari birlestirmis ve onlarin da kitapta kendilerinden birseyler bulmasini istemis. Ve kitabi sanildigi uzerine Turk okuruna gore hazirlamamis. O yuzden Turkiye'den okuyup da ne kadar zuppe kendi dilinde yazmiyor diyenleri anlayissiz buluyorum. Yine Turkiye'den okuyup sevmeyenleri anliyorum, kendileriyle ozdeslestiremediklerinden sevmemis olabilirler. Ben de Elif Safak'in en guzel kitabi diyemem, (bence en guzeli Mahremdi), ama kendimden birseyler buldugumdan ve biraz belgeselimsi bir tad aldigimdan okurken hoslandim diyebilirim.

Elif Safak'in kitaplarinda soyle birsey yapmak geciyor icimden, alip tum gereksiz, ise yaramayan cumleleri atip, ortaya kitabin yarisi kadar, daha oz bir kitap cikarmak. Ozellikle yine son 50 sayfasi cok gereksizdi. Bu son 50 sayfa kurgu acisindan Baba ve Pic'le cok fazla ortak nokta icermekteydi. Dugum karakterlerinin birinin Istanbul'a gelisi ve burada gelisenler ve Istanbul tahlili. Abed'in annesi Zahra'nin Boston'a gelisi de kitaba birsey katmamisti. Hangi Fas'li annesine ismiyle hitap ediyor, o da ayri bir merak konum oldu. Zahra'nin gelisiyle geleneksel Elif Safak ogesi olar cinlerin kitaptaki yeri de cok siritmisti. Sanirim Elif Safak'in da tam yureginin ustune baski yapan bir cin'i var. Ve bu cin, eger kitaplarinda kendinden ve arkadaslarindan bahsedilmezse cok fena baski yapiyor Elif Safak'a. Elif Safak'da sagolsun her kitabindan cin'lere yer veriyor. Egzotik olmaya calisiyor sanirim.

Bu arada, Ingilizce baskisinin on yuzunde Ortakoy camii ve bogaz koprusu var, arka yuzunde Boston fotograflari var. Turkce baskida da bilindigi uzere, cikolatalara uzanan bir kasik var. Iki baski da insani cok dusundurmuyor, icindeki tum kahramanlari cok yansitmiyor. Sadece Gail'i cok yuzeysel olarak yansitiyor kapaklar. Bence Elif Safak, cinlerine istasareye gecip, su kapak tasarlama isini bir sekilde duzeltmeli. Yoksa daha cok elestirilecek sig kapak tasarimlari ile.

Bir de kitapta en cok hosuma giden bolum Gail'in universiteye basladigi yildi, sonra onun gonul abla mektuplari geldi ki onlar da cok hostu. Cok icten ve guzel bir bolumdu, kitabin devaminda oraya tekrar donulecegini sandim umutla, ama o oyku cok yarim kaldi. Kitaptaki devamlilik biraz sorunlu bana gore.

Bir de kitapta Gail'in kedilerinin adi "West" and "The Rest" idi. Ses uyumu cok hos. Turkce'ye bu kedi isimleri nasil cevrilmis acaba merak ettim. Tabii West'e bu kadar yalakalik yapan "The Rest" de guzel metafor olmus. Digerlerinin batiya olan karsiliksiz sevdasi, ne soylenebilir ki...

Kitap'in son sayfasindan bir satir:

"kim gerçek yabancı- bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi yoksa kendi ülkesinde bir yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı? "


Sonsoz: Amerika'da doktora yapiyorsaniz ve hala okumadiysaniz siddetle tavsiye ederim. Turkiye'de ve okumadiysaniz, farkli tur insanlarin ayni cati altinda buralarda cok kolaylikla bir araya geldigini ve tum karakterlerin gercek hayattan bire bir karsiliklarinin oldugunu garaanti ederim. Eminim biryerlerde bir zamanlar kendinizi yabanci hissettiyseniz, siz de seversiniz bu kitabi bir sekilde.

yasasin kucuk esnaf

Bizim burada Wall-Mart diye bir supermarket var. Akliniza gelebilecek her turlu sey icin bu supermarkete gidebilirsiniz. Meyve-sebze, yorgan-yastik, igne-iplik, defter-kitap, bisiklet-araba tekeri, cadir-sisme yatak, ayakkabi-kiyafet, saksi-toprak, eczane-kuafor-manikurcu, velhasil yok yok bu markette. Turkiye'de de dev marketler var, onlarda da bunlarin cogu bulunuyor. Ama yine de Wall-Mart urun cesitliliginin bizim Turkiye'deki marketler hala yetisemedi.





Iste bu tum urunlerin tek bir magaza catisi altinda toplanmasi fikrine ragmen, yurdumun mahalle esnafligi hala devam etmekte. Her urun icin ayri bir esnaf var Turkiye'de.

  • Meyve-sebze almak icin manava gidebiliyorsunuz hala, tum sebze ve meyve kokularinin birbirine karistigi bir rayihayi icinize cekebiliyorsunuz. (Tum manavlarda ayna olurmus, daha once hic farketmemistim)
Hala kunduraciya gidip ayaginiza gore ayakkabi yaptirabiliyorsunuz. Kunduracilarinda boyle hafif deri, hafif boya karisimi kendine has kokulari var


  • Ya da firina gidip taze pide alip, o mayalanmis hamur kokusunu icinize cekebiliyorsunuz.
Kasaba girip, istediginiz eti istediginiz sekile getirtip, gonul rahatligi ile ne tur bir et yediginizi de bilebiliyorsunuz.
Kitapevine gidip, defter-kitap-kalem alip, o agac kokusunun kagit hamuruna donusurken cikardigi kokuyu teneffus edebiliyorsiniz.

Mahallenin berberinde limon kolonyo kokusu esliginde tras da olabilirsiniz. Berber koltugunda bedava mahalle havadisleri, memleket sorunlarini tartisip piskolojik terapinizi de yapabilirsiniz.
Ilginc bir sekilde, sirmali bir yun yorganiniz olsun istiyorsaniz, bunun icin de yorganciya gidebiliyorsunuz hala.

Yani hala, kucuk esnafla iki cift laf etme, onlarin kazandiga ekmege katkida bulunma, ureticiyle yuz yuze gelme imkaniniz var, onlarin emegine sahit olmaniz, onlari yasaminiz renklerine katma sansiniz var. Kasiyerden baska insanla muhatap olmadiginiz dev marketlerden sonra, kucuk esnafin samimiyeti ve emegi oyle anlamli geliyorki yabanci bir goze. Umarim varliklari hep devam eder diyorum, buyuk marketler mahallenin esnafini tamamen oldurmez diyorum, ve yasasin kucuk esnaf diyorum!!!

Fotograflarim, Sivas'in ara mahallerinde cekildi, kompakt dijital makinemle cektigim isik ayari ve netlik problemleri oldu, affola diyelim.

Hamis: Simdi dusunuyorum bir de Tuhafiyeci ekleseymisim ne iyi olurmus, igne-iplik icin bile bir tur esnaf var Turkiye'de:)

bir fotografci

Dun oylesine kitapcida gezinirken Micheal Kenna'nin fotograf kitaplarini karistirdim. Genelde cok minimalist bir yaklasimi var. Dinlendirici huzurlu fotograflar ekmis her gittigi yerde. Ben de hoslandigim birkac tanesini burada paylasayim.







Sonbahar

Sonbahar'in ismini gecen sene Boston Film Festivalinde gormustum. Benim planima uymadigindan orada izleme firsati bulamamistim. Henuz DVD'si olmadigindan buradayken erisememistim filme. Bununla birlikte cok merak etmekteydim. Turkiye'ye gittigimde izleme firsati buldum sonunda, Ozcan Alper'in bu guzelim gorsel sovunu.

Film, Artvin'in kus ucmaz kervan gecmez zirvelerinden birinde cekilmis. Kahramanimiz Yusuf, aclik grevlerinden, F-tipi cezaevlerinden cikip koyune gitmis yasaminin son gunlerini gecirmek icin. Insanin sonbaharini yasamak icin Artvin'den guzel biryer olabilir mi acaba? Ya da son gunlerinde insanin annesinin kucagina, cocukluk yillarinin gectigi yerlere donmesinden daha dogal ne olabilir ki. Hapishane yillari oncesi zevk aldigi birkac seyi yapmak, yasami icine cekmek dolayisiyla. Hesapta olmasa da sevmek birini yasamin rastgeleliginde. Eski bir dostla raki kadehi tokusturmak, gunesin batisini eski bir yol arkadasi ile izlemek, mevsimlerin gecisine tanik olmak birkez daha. Filmin basinda Yusuf'un cigerlerinin iflas ettigini ogrensekte, bu genceecik insanin sanki iyilesecegini umut ediyoruz film boyunca.


Filmin tum kareleri duvara asilacak fotograf kareleri silsilesi gibi. Goruntulerde cok guzel calismis yonetmen. Filmdeki goruntu gecisleri de cok basarili. Ozellikle Yusuf'un son yolculuguna cikisindaki gecisi cok sevdim. Filmde cok fazla diyalog yok. Tum diyalogsuzluguna ragmen, hersey o kadar dogal gelisiyorki filmde. Akici. Bunaltmiyor. Bogmuyor. Hersey cok gecek. Tum oyuncular yorenin insaniydi sanirim, hic abarti olmadan cok guzel parcasi olmuslardi Yusuf'un hikayesine.


Filmin muzikleri de takdire sayan, cok etnik. Ozellikle filmin kapanis muzigi, icleri acitan cinsten. Youtbe'da bulunabilir. (Turkiye'ye gidip youtube'un gercekten kapali oldugunu gorunce artik youtube linklerini burada paylasmamaya karar verdim.)

Ben, filmin muzik albumundeki Gokhan Birben'in Hey Gidi Karadeniz parcasini paylayasim burada. Gokhan Birben'in sesi ve dertli kemencesi farkli hissettiriyor insani.

Hey Gidi Karadeniz - Gokhan Birden
05 Havaz Ali Meraletz - Gökhan Birben

harman yeri

Calismaya ara verip bloguma biraz zaman ayirayim ve Turkiye'de yaptigim en farkli etkinligimden bahsedeyim. Bir gunu tamamen köyde gecirmek etkinligin ismi. Daha once herhangi bir köye hic gitmemistim. Cok tuhaf geliyor kulaga ama dogru.

Gittigim koyun sakinleri kislarini genelde Istanbul'da geciren, yazlari da belli bir surede olsa koye gelen insanlar. Sahipleri uzakta olan koy evleri ile koyun cogu kismi terkedilmis bir haldeydi. Sokaklarda insanlari tek tuk gorebildim.


Gittigim koy gecimini bugday uretiminden saglamakta. Benim gittigim zaman Agustos'un sonlarina dogru oldugundan, tam ekin bicme islemini sonlandirmaya calisiyordu koy halki. Sabahin kor bir vaktinde tarlalara gidip tum gunu vucut gucu agirlikli olarak gecirmekteler.


Hasatini toplayan koylunun bazilari, bu bugdaylari bulgur yapmaktalar. Ama cogu buydayi ofise satip kış icin para bulma cabasinda. Daha once bulgurun nasil yapildigini bilmiyordum. Once bugdaylar haslaniyormus, sonra bu haşlanmış buğday taneleri bir ortunun ustune serilip kurutuluyormus. Kuruyan bugdaylarin dis kabuklari asagidaki alet yardimiyla cikariliyormus.


Kabuklari cikarilan bugdaylara bulgur asamasina ise ogutuculer yardimiyla getirilmekte. Bulgur yapımının bu kadar zahmetli bir iş oldugunu bilmezdim, ogrendim.

Koyun geleneksel kiyafeti asagida goruldugu gibi. Genc kizlar daha canli renkli, ipekli elbiseler giyiyorlar. Elbisenin onu duz, arkasi pileli. Giymek cok rahat. Elbisenin ustune de suslu puslu onluk takiyorlar. Ustune de genelde yelek giyorlar. Yaslilar da ayni elbise-onluk ve yelek uclemesini giyiyorlar ama onlar daha az dikkat ceken renklerde elbiseler giyiyorlar.

Koydeki komsuluklar cok farkli. Herkes tabii ki birbirini taniyor. Benim koye gitmem kucuk capli bir olay oldugundan en az 20 kadin eve gelip bana hosgeldin dedi. Herkes de gayet rahat, neseli, sen sakrak tipler.



Evlerinin kapilari her zaman acik. Ben fotograf cekerken, beni goren herkes evlerine davet etti. Insanlar birbirlerinin evine cok rahat girip cikiyor. Sehirdeki celikten, alarmli kapilar, kamerali girislerden eser yok tabii ki koyde.


Benim gittigim koyun hemen yanindan Kizilirmak gecmekteydi. Baharda cosan irmak, yaz aylarinda oldukca sig olmakta. Bu da cocuklarin icinde oynamasini kolaylastiriyor.



Ayrica Kizilirmakta koyun erkekleri balik da tutmakta. Balik tutma metodlari da ilginc. Balik yuvalarina ellerini sokuyorlar ve baliklari elleri ile yakaliyorlar.



Koyde ekmek yapim isinden de kadinlar sorumlu. Asagidaki kocaman legenin ici hamur dolu, birazdan kadinlarin yaktigi firinda hepsi lezzetli koy ekmeklerine donusecekler.


Koy, bugday uretimi uzerine yogunlastigindan cok fazla hayvancilik yapilmiyor. Ama yine de bir ailenin kecileri ve koyunlari asagida.




Tavuksuz koy tabii ki olmaz.


Tavuk varsa elbette bir yerlerde horoz olmali, degil mi?


Koy yazima asagidaki kapi-duvar-pencere-merdiven dortlusu ile son vereyim. Nedense en sevdigim fotografim bu oldu.